2009 yılına dünya 2008'den devraldığı krizin yüküyle girmişti. Umutlar sınıflar arası güç mücadelesinin yeniden şekillenmesine fırsat tanıyan kriz sürecinin işçi sınıfı tarafından iyi kullanılması ve 2009'un mücadele yılı olmasıydı. Eğer gereken mücadele gösterilemezse kriz emekçi kesimler için yıkım olacak ve işçi sınıfının mücadele gücü iyiden iyiye kırılacaktı.
Krizde sermayeye tanınan olanaklar
Beklendiği üzere sermaye ve onu temsilen siyasi iktidar, emek maliyetini daha da düşürerek ve devlet aracılığı ile sermayeye kaynak aktararak krizin yükünü emekçilerin üzerine yıkacak paketler hazırladı. Emek maliyetini düşürmenin yolu; daha az işçiyle, daha az ücret ödeyerek, daha yoğun ve güvencesiz çalıştırarak üretim yapmak ya da hizmet sunmaktan geçiyordu. Bir de bunun üzerine "istihdamın üzerindeki yükü kaldırmak" gerekçesiyle hazırlanan paketlerle işverenin ödediği sigorta primleri, vergiler ve hatta kısa çalışma ödeneği adı altında ücretler genel bütçe ve İşsizlik Sigortası Fonuna aktarıldı. Böylece artık işverenlere neredeyse hiç maliyetsiz "bedava" işçi çalıştırma olanağı tanınmış oldu.
Sermayeye tanınan bu olanaklar emekçiler için işsizlik, düşük ücret, daha uzun ve yoğun çalışma, daha fazla iş kazası ve güvencesizlik anlamına geliyordu. Ayrıca tüm toplum kesimlerinin vergilerinden oluşan genel bütçe ve emekçilerin işsiz kalma riskine karşı oluşturdukları İşsizlik Sigortası Fonu da sermayeye kaynak haline dönüştürüldü. Yani emekçiler hem daha kötü koşullarda ve daha ucuza çalıştırılırken, onların maliyetleri topluma yıkıldı ve sermaye üretim ve hizmet sürecinde yaratılan değerin tamamına el koyma olanağı buldu.
İşsizleşme, yoksullaşma ve güvencesizleşme yılı
2009'da emekçiler krizin yükünü sadece çalışma yaşamında yüklenmekle kalmadı. İşsizleşen ve geliri düşen emekçiler ve diğer geniş toplum kesimleri bir de yüksek vergiler ve temel tüketim mallarına yapılan zamlarla da sarsıldı. Özellikle sağlıktan eğitime, alt yapı hizmetlerinden ulaşıma kadar her alanda yaşanan piyasalaşma sürecinin sonucu olarak bu en temel sosyal haklar dahi ulaşılamaz hale geldi.
Krize karşı uygulanan politikalar sayesinde başta emekçiler olmak üzere toplumun çok geniş kesimleri için 2009, işsizleşme, yoksullaşma ve güvencesizleşmeyle birlikte tam bir yıkım yılı oldu. Bu yıkıma karşı emekçi kesimden beklenen mücadelenin gerçekleştiğini söylemek mümkün değildir. Sendikalar 2009'a girerken krizin faturasını emekçiye ödetmeyeceklerini söylüyordu. Ancak sendikaların sınıf perspektifinden uzak kriz analizleri, bırakın emekçilere yıkım getiren uygulamaları engellemeyi, bu uygulamalara destek olan bir tavrı sergilemelerine neden oldu.
Sendikalar
Sendikaların kriz karşısına ilk refleksi üyelerinin işini korumak oldu. Belki işten çıkartmaların bir anda arttığı bu süreçte sendikaların üyelerinin istihdamını korumak istemesi ilk refleks olarak anlaşılabilirdi. Ama bunun ardından sendika üyesi olamayan milyonlarca örgütsüz emekçinin sorunları üstlenilemedi. Aksine "istihdam paketi" adı altında emek maliyetini toplumun sırtına yıkan uygulamalar desteklendi ya da en azından bu politikalara karşı çıkılmadı. Öte yandan Türk İş, Hak İş ve T.Kamu Sen, işveren örgütleriyle ortak olup, ücretini kaybeden emekçilerle dalga geçercesine "Eve Kapanma Pazara Çık" kampanyalarına katıldı. DİSK/Tekstil ise krizi sermaye ile işbirliği içinde aşma düşüncesini daha ileri aşamaya taşıyarak gazetelere; sermayenin krizin mağduru olduğu ve sanayici örgütlerinin hükümetten çekindiği için sorunlarını dile getiremediği yönünde ilanlar verdi.
Sendikaların devletten beklenti içine girmesi ve sermayeyle ortaklaşarak krizi aşma anlayışı, sermayenin ve hükümetin işini kolaylaştırırken, emekçilerin ve sermaye dışı diğer toplum kesimlerinin sendikalara olan güveni tamamen sarsıldı. Sendika üst yönetimlerinden kaynaklanan bu güvensizliğe karşın örgütlü ve örgütsüz pek çok işyerinde hak ihlallerine karşı direnişler gerçekleştirildi. Kimi işgalli de olan bu direnişler en çok ücret ve diğer hakların ödenmemesi, işten çıkartma, taşeronlaştırma ve sendikalaşmanın engellenmesine karşı gerçekleştirildi. Sınıf duyarlılığı olan sendikaların bulunduğu işkollarında bu direnişler sendikalar tarafından da desteklendi. Ayrıca işyerleri dışında üniversite harçlarına, kentsel dönüşüme, suyun ticarileştirilmesine, barajlara ve kent içi ulaşım ücretlerine yapılan zamlara karşı da birçok mücadele yürütüldü.
Kitlesel eylemler
Sendika üst yönetimlerinin sınıfsal analizden uzak politikalarla krize karşılık verme anlayışının yanında tabandan gelen baskılara karşılık vermek üzere az da olsa kitlesel katılımlı eylemler de düzenlendi. Bunlardan ilki, katılımın Marmara Bölgesiyle sınırlı olduğu 15 Şubat İstanbul mitingiydi. Diğer merkezi eylem ise KESK ve T.Kamu Sen tarafından gerçekleştirilen 25 Kasım kamu emekçi greviydi. Her iki merkezi eylemin de önemli özelliği DİSK ve KESK'in yanı sıra şimdiye kadar merkezi eylemlerden uzak duran ve milliyetçi/muhafazakar bir yönetime sahip olan Türk İş'in 15 Şubat mitingine T.Kamu Sen'in ise 25 Kasım grevine etkin biçimde katılmasıydı.
25 Kasım grevi ve hükümetin gerek bu grev karşısında almış olduğu tavır, gerekse emekçi kesimleri yok sayan diğer yaklaşımları, taban tarafından sendikalara dayatılan direnişlerin artmasına neden oldu. Bunların başında TEKEL işçilerinin Ankara eylemi geliyordu. Bunun hemen ardından İstanbul Belediyesi itfaiye işçileri de işten çıkartılmalarına karşılık radikal sayılabilecek yollardan birçok eylem gerçekleştirdi. Öte yandan 25 Kasım grevi nedeniyle işten çıkartılan demiryolu emekçilerinin tekrar işe iadesi için BTS ve T. Ulaşım Sen tarafından 16 Aralık'ta bir grev daha gerçekleştirilerek işten çıkartılan emekçilerin tekrar işe alınması sağlandı.
Özetlemek gerekirse; 2009 yılında krizin yükü, sendika üst yönetimlerinin de tutarsızlıkları sayesinde tam anlamıyla emekçilerin üzerine yıkılmıştır. Sendikal yapıların etkisiz ve tutarsız tavrına karşı emekçiler, işyerlerinde direnişler gerçekleştirmiş ve sendikal yapıları da mücadeleye zorlamaya başlamışlardır. Özellikle yılın son iki ayında yoğunlaşan eylemlerin en önemli özelliği solcu olarak bilinen örgütler dışında daha çok sağ tabana sahip olduğu düşünülen sendikaların da bu eylemler içerisinde yer almış olmasıdır. Özellikle 1980 sonrasında sınıf kimliğinden uzaklaştırılmaya çalışılan ve sınıfsal algıları hızla zayıflayan emekçilerin krizin getirdiği yıkım koşulları karşısında -diğer kimliklerini bir tarafa bırakarak- tekrar sınıfsal tepkilerini ortaya koyma eğilimi göstermiş olmaları son derece önemlidir.
Emekçi kesimler 2010 yılına daha önceki yıllardan çok daha zor koşullarda girmektedir. Ancak bu zorluklara karşı koymak üzere gerekli olan mücadele düşüncesi her geçen gün daha da güçlenmektedir. Bu gücün ortak bir mücadeleye dönüşmesi ve başarıya ulaşması büyük ölçüde sendikaların bugüne kadar yaptıkları hatalardan ders çıkartıp, sınıf tutarlılığı ile hareket etmesine bağlıdır. (ÖM/TK)
* Özgür Müftüoğlu, Yrd. Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü.