Sarısözen'e göre; "15-16 Haziran'daki sürecin önünü 12 Mart darbesi kesti, tıpkı 12 Eylül darbesinin toplumsal muhalefetin önünü kestiği gibi..."
Sarısözen, "bugün işçi sınıfının gündeminin politik genel af ile iktidarı bölgesel saldırmazlık anlaşmasına zorlamak olduğunu" söylüyor.
15-16 Haziranlar Yaratalım diye bir afiş var sokaklarda. Yeniden yaratmak derken ne kastediliyor sizce?
Bu olay Türkiye tarihinde ender görülen bir hareketti, bir tür işçi ayaklanmasıydı, silahsız devrimci bir ayaklanmaydı bence. İki gün boyunca işçi sınıfı İstanbul'un hemen her yerine el koydu. Bu, İstanbul çapında bir grev de demekti aynı zamanda.
"İşçiler her şeye el koyuyordu"
Hem Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) hem de lehine yasalar çıkmasına rağmen Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk- İş) üyeleri eyleme katıldı. 15-16 Haziran işçi sınıfının kendine özgü eylem türlerinden birisiydi. Bunu şunun için söylüyorum; bu kendine özgü eylem türü ortadan kalkmıştır artık, sendikalar bir tür sivil toplum örgütüne dönüştürülmüş, eylemleri de ona göre şekillenmiştir. Üretimin durdurulması ufku tamamen yitirilmiştir. 15-16 Hazirandan sonra bir daha bu türden hareketlenme olmadı. Zonguldak eylemi oldu ama, o eylem bile 15-16 Haziran'dan geri düzeydedir.
Eylemin çok özel yanları vardı. İşçiler her şeye el koyuyordu. Coca Cola kamyonu geldiğinde Bunu biz üretiyoruz deyip cola kamyonuna el koyuyorlardı, ETİ Bisküvi Fabrikası'nın kamyonu durduruluyordu, kamyon şoförü işçilere bisküvi dağıtıyordu.
Biz orada küçük burjuvazinin nasıl korkuya kapıldığını gördük. İzmitten gelen işçiler Bağdat Caddesi'nden geçecekti. Orada yaşayanlar, işçiler evleri yağmalayacak, saldıracak sanıyordu. Balkondan işçilerin üzerine kolonya dökmeye başladılar. Ben o zaman o kolonyayı hoş geldiniz manasında değil, ter kokusunu bastırmak için döktüklerini düşünmüştüm.
Üniversiteyle fazla alakam kalmamıştı, Türkiye İşçi Partisi (TİP) içerisinde Partizan grubunda çalışıyordum, Derby Gerçek, Tekel Gerçek, Sungurlar Gerçek gibi dergiler çıkarıyorduk. Ben Sungurlar Fabrikası'nın işçileriyle gösteriye katıldım. Kemal Türkler işçilere yönelik yaptığı konuşmada, Üretimden gelen gücünüzü kullanacaksınız. Bu sizin malınızdır. Vapura binin, santralleri susturun dedi ve işçiler de bunları yaptı.
"İşçiler tankların üstünden geçiyordu"
15-16 Haziran eylemleri belirli bir geleneğin üzerinden yükseliyordu ama, o iki günün sonrası düşünüldüğünde eylemin biraz da spontane geliştiği söylenebilir mi?
Eylemin spontane yanı, Türk-İş'e üye işçilerin katılımıydı. DİSK'e bağlı işçiler bilinçli ve örgütlü olarak katıldılar eyleme ve öncü işçiler ortaya çıktı. Bunlardan birisi de Mehmet Karaca'dır. Karaca, daha sora Türkiye Komünist Partisi'nin (TKP) Politbüro üyesi oldu ama, eylemler sırasında üyesi İmam Hatip mezunu Otosan'da çalışan bir işçiydi.
Spontane karakter 274-275 No'lu yasalara karşı yapıldı ama süreç içerisinde eylem politik muhteviyat kazandı. İşçilerin bir kısmı askerlerin silahlarını alıp yolun kenarına atıyordu, Kurbağlıdere'de tanklar yolu kesti, polis havaya ateş etti, erkekler kaçınca kadınlar harekete geçti ve işçiler tankların üzerinden geçmeye başladı.
Bütün bunlar bir günün eseri değil, 1961 Anayasası'nın verdiği kimi demokratik haklarla başlayan bir süreç var, Kavel direnişi var, Kavel grevi çok önemlidir. Hasan Hüseyin, Kavel için şiir yazmıştı ve o grev sosyalist hareket açısından Türkiye ölçeğinde örnek gösterilmişti. Sadece grev değil, işgal hareketleri de vardı; Derby, Sungurlarda yaşandı bunlar. Günterm işgalinden sonra, işçiler kendi başına üretime başladı.
İşin zayıf yanı ise şuydu: Strateji tartışmaları vardı o zaman, milli demokratik devrim bir yandan; diğer yandan da, işçi sınıfının rolü üzerine sürüp gidiyordu bu tartışmalar. İşçi sınıfı gerçekten de zayıftı ama bazı kesimler işçi sınıfının rolünü fazla önemli görmüyordu.
O dönem "Ordu -İşçi Elele Milli Cepheye" diye bir slogan vardı ama, sürecin çok gerisindeydi. O yanlış bilinç işçi sınıfına zarar verdi, sıkıyönetim ilan edildiği gece 15-16 Haziran'da yaşananlar bir gecede durduruldu. Biz bunu 12 Eylül de bir daha yaşadık. Çünkü anti- militarist bilinç, işçi sınıfına verilmemişti. Hem 12 Mart hem 12 Eylül'de görüldüğü gibi, anti- militarist bilinç olmadan, işçi sınıfı mücadelesi başarıya ulaştırılamıyor.
15-16 Haziran eylemleri, kalıcı bir örgütlenmeye açık kapı bırakmadı; bir deneyim olarak kalmadı; işçi sınıfı projeksiyon sunmada yeterli olamadı şeklinde bir sonuç çıkartmak mümkün mü?
12 Mart, o süreci tamamen yok etti. İşçi hareketleri Devrimci Gençlik içerisinde de etkili olmaya başladı. Mahir Çayanların İstanbul kanadı, işçi sınıfıyla bağlar kurmaya başladı. 15-16 Haziran, örgütlerin işçi sınıfı içerisinde çalışma şevkini arttırdı.
Kürt sorunu çözülmedikçe...
Bence 12 Mart'la birlikte yaşanan önleyici karşı devrimdi. Devrim olasılığı bastırılıyordu. Bugün o konsepti Amerika Birleşik Devletleri (ABD) önleyici savaş konseptine dönüştürdü. Eğer 12 Mart gecikseydi, işçi sınıfı hareketi nitel olarak daha da gelişirdi. 12 Eylül'de de aynı şey oldu. Bugün sendikalardan geriye bir şey kalmadıysa, o sürecin korunamamasının da payı vardır.
Bugün fabrikalar özelleştirilirken sendikalar da devletleştiriliyor. Bunun en büyük nedeni 12 Eylül ise, diğer önemli sebebi 15 yıl süren savaştır. Kürt sorunun çözülmemiş olması, sendikaların Türk şovenizminin geliştiği alanlara dönüşmesine neden oldu. Oysa 12 Eylül'den önce sendikalar enternasyonalist karakter kazanmıştı. Mesela sendikalar, Türk bayrağı dışında bütün bayraklar indirilecek diyebiliyor.
Kürt sorununun çözümü, tarihten gelen birikimin tekrar gün yüzüne çıkmasına yol açacaktır. Bilinç bulanıklığı giderilecektir. Bunu engelleyemezsek, hemşehricilik, Türk ve Kürt işçilerinin birbirine kırdırılması mümkün olacaktır.
12 Mart gecikseydi sınıf hareketi nitel olarak gelişirdi" dediniz, bu bir olasılık. 12 Marttan sonra toplumsal muhalefete baktığınızda sınıf perspektifli hareketlerin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
12 Mart öncesinde iki yönelim vardı: Birileri işçi sınıfını esas alıyor diğerleri ise, millici yanı ağır basan, zamanla anti emperyalist karakter kazanan hareket. 12 Eylül öncesi işçi sınıfı ciddi örgütsel düzeylere geldi, ciddi başarılar kazandı, ücret düzeyleri yükseldi; en önemlisi Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin (DGM) kurulması engellendi.
Sınıf mücadelesi içerisinde taktiksel başarılara ihtiyaçlar var. O zamanlar hareketler ciddi olarak parçalanıyordu, aslında bir cephe hareketi oluşturulmalıydı. 1980'deki darbeye karşı aktif olarak direnilmedi.
Aslında ipuçlarını verdiniz ama, İş Yasası aynı zamanda varolan sendikal yapıları da tasfiye edecek. Bu durumda dahi sendikalar aktif bir muhalefet gerçekleştiremedi?
Sendikal bürokrasi, bu İş Yasaları'nı varlığının tehdidi olarak algılamıyor. Her halükarda sendikal mücadele kendine yer bulur. Burada önemli olan, militan sendikacılığın olanaklarının tükendiğine dair bir havanın oluşması. Önemli olan yasalar değil. Yasalar engel değildir. Sendikalar yasak olduğu dönemde bile, gizli sendikalar kurulmuştu. Yasaya rağmen örgütlenmeli. Bu tarihsel olarak mümkün ama, sosyalist hareketin durumu açısından çok da mümkün görünmüyor. Çünkü sosyalist hareketler, yasal mücadeleden yasalcılığa doğru evriliyor.
Yasal çalışma başka yasalcılık başka. Sendikal mücadelede her şeyin başında patrona karşı gizli çalışmak gerekir. Ama sosyalistler, iki tane işçi örgütleyince avazı çıktığı kadar reklamlarını yapıyor. Sabırlı, ciddi çalışmalar yapmak gerekiyor.
Eskiden fabrikalar varoşların göbeğindeydi, halkla işçi sınıfı iç içeydi. Bugün böyle bir durum yok. Gündelik hayat içerisinde diğer halk kesimiyle bağ yok. Varoşlar işsizlerin, yarı işçilerin yaşadığı yer artık...
"Devrimci durum Doğu'ya kaydı"
Varolan örgütlenme yapılarının değiştirilmesi mümkün olabilir mi? Mesela İtalya'da, Latin Amerika'da işsiz hareketlerin örgütlenme modelinde olduğu gibi; yeni durumların ihtiyaçlarını karşılamak için klasik yapıların bertaraf edilmesi söz konusu edilebilir mi?
Bertaraf etmek fazla olur ama, yeni örgütlenme biçimlerini eklemek gerekir. Klasik örgütlenme biçimleri zamanlarını doldurduğu için zayıflamadılar, zayıflatıldılar. Sendikal hareket içerisinde hala çalışılıyorsa, hala klasik de olsa örgütlenmeye ihtiyaç var demektir.
Biz yüzümüzü Batı'ya sırtımızı Doğu'ya çevirdik. Oysa, 1970'lerden itibaren devrimci merkez batıdan doğuya kaydı. Orada kuvvetli bir ulusal hareket öne çıktı. Kürtlerin yaşadığı bölgedeki işçi sınıfının içerisinde, ulusalcı karakterin ağırlığı var. Ama, bizim Türk sosyalistleri bu durumu göremiyorlar.
Batının devrimci potansiyeli zayıflatılmış; oradaysa kuvvetli bir devrimci potansiyel hala duruyor. İşe buradan başlamak gerekir. Bugün tarih bizi ters yakaladı, ezilen ulusun işçi sınıfı ezen ulusun sınıfına bilinç taşıyor. Kürt özgürlük hareketiyle stratejik bir ittifak kurulmasının derin bir anlamı var. Bu ihtiyacı görmek gerekir. Türk ve Kürt hareketi bir cephe hareketi oluşturmalı.
15-16 Haziran'ın dayanışmacı ruhu kayıtlara geçilirken, İş Yasaları'na karşı sessiz kalan sendikal örgütlenmelerin olduğun bir dönemi yaşıyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yeni 15-16 Haziranlar yaratalım diye yola çıkılmaz ki... Tarih tekrar etmiyor, Yeni 15-16 Haziranlar yaratalım demek, işçi sınıfının kendine özgü eylemler gerçekleştirmesinin önünü açmak demektir. Mesela işçiye stadyum sloganıyla değil Hak verilmez alınır sloganıyla hareket etmesi gerektiği anlatılmalı.
Türkiye'de hareket durgun, devrimci potansiyel yok diyen sosyalistleri anlamıyorum. Bugün devletin merkezi meselesi dahi, bu devrimci potansiyelle ilgili. Türk işçi sınıfı kendi gündemine politik genel affı almalı. Sınıf, günlük sendikal mücadelesinin yanı sıra komşu ülkelerle saldırmazlık paktının imzalanması sloganını öne çıkarmalı
Bu iki sloganla iç savaşının kapısını kilitliyorsun, bölgesel savaşın kapısını kapatıyorsun ve bölge barışının yolunu açıyorsun. Bu kapıların açılması konusunda, Türk ve Kürt hareketin çıkarları ortak. Bu kapılar açılmadığı takdirde, hiçbir sorun çözülemez. Bugün mücadelenin keskin ucunu ABD emperyalizmine yöneltmek gerekiyor.
Şovenizmi kıran mücadelenin de yolu buradan geçiyor. Türk sosyalistleri kafa karışıklığı içerisinde emek eksenli mi demokrasi eksenli mi mücadele edeceklerini tartışıyor. Oysa, emek eksenli olmayan bir demokrasi mücadelesi olur mu?
Bu durum, Nasrettin Hoca'nın oğlunun hikayesine benziyor. Nasrettin Hoca'nın oğlu her soruya tuhaf tuhaf cevap verirmiş. Bir gün ona Dışı beyaz içi sarı nedir bu diye sormuşlar. Nasrettin Hoca'nın oğlu da Bunu bilmeyecek ne var, şalgamı oyup içine havuç koymuşlar diye cevap vermiş. . Türk sosyalistleri kendi kafalarındaki imaja göre hareket ediyor, eşyayı tanımıyor ve tıpkı Nasrettin Hoca'nın oğlu gibi yumurtaya yumurta diyemiyor... (NK/BB)