Kamu Reformu, İş Yasası ve Yabancı Sermaye Teşvik Yasası ile küresel piyasaya eklemlenme sürecinin tamamlanmaya çalışıldığını" belirten Yılmaz ile Türkiye -IMF ilişkilerine, dünyada IMF politikalarına ilişkin konuştuk.
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, "IMF ile ilişkilerimizi kopartabiliriz ve daha da zenginleşiriz" dedi. Bu sözün gerçekliği ne? Bakan aslında ne söylemek istiyor?
Öncelikle şuna bakmak gerekir. Toplum tarafından Uluslararası Para Fonu (IMF) politikaları deyince ne akla geldiğine bakmak gerekir, IMF ile Dünya Bankası (DB)iki farklı işlevi olan uluslararası finans kuruluşu, IMF'nin en büyük hedefi ülkelerin ödemeler bilançosunu dengeye kavuşturmak, bütçe açıklarını en alt düzeyde tutmaktır, bunun karşılığında o ülkeye kredi verilir.
"IMF de sürekli borç ilişkisi kurmayı istemez"
Standby anlaşmaları da bu ilişkiler çerçevesinde yapılır. Kredi verilir ama karşılığında IMF'nin talebi olur, mesela para verilir Merkez Bankası'nın özerk olması şartını getirir. Bütçe denkleştirilsin diye mesele memur sayısının azaltılmasını talep edilir.
IMF yine İhale Yasası geçirilecek diyor. Burada İhale Yasası'nın bütçe açıklarının kapatılmasıyla direkt bir ilişkisi yok o zaman başka bir soru gündeme geliyor... IMF'nin niyet ettiği şeylerle politikalarının sonuçları arasında ilişki sorulmalı yani...
Şimdi ilişkinin bitirilmesi nasıl olacak? Bir kere mevcut Stand by anlaşmaları var, onların vadeleri var, bu taahhütler yerine getirilmesi gerekir, borç sıfırlanacaktır, bunu yapmak Türkiye ya da başka bir ülke açısından çok da zor değil. IMF de sürekli bir borç ilişkisi kurmanın meraklısı değil, onların istediği küresel sermayeye tam entegre olmuş piyasaların oluşturulması. Bunu yasalarıyla güvence altına alınmasından sonra o ülkede kalmasının bir anlamı da kalmayacak.
Şimdi gerekli bütün yasalar geçiriliyor. IMF ile yapılan anlaşmaların ilk paragrafında "Türkiye'nin kalkınmasını hızlandırmak" mealinden bir ibare var, bu kalkınma denilen şeyden asıl olarak yabancı sermayenin gelişine uygun koşullar yaratılması hedefleniyor.
Yine Kamu Yönetimi Yasası, İş Yasası ile birlikte ortaya çıkan koşullara baktığınızda, çok beklenmedik bir kriz olmadıkça IMF'ye gerek duyulmayan koşullar oluşmuş olacak.
IMF'nin niyetlerine baktığınızda çok da kötü olmadığını, bir ülkenin istikrara kavuşturulması ya da makro politikaların geliştirilmesinin iyi bir şeymiş gibi olduğu görünüyor. Fakat bu gerekçeden yola çıkılarak yapılanlara baktığınızda başka bir tablo ortaya çıkıyor.
Kamu hizmetleri bitiriliyor, bütün desteklemeler kaldırıldığı bir ülkede Makro politikaları geliştirilmiş olmasının ne anlamı var ki. Türkiye daha az borçlu ülke olması , ekonomisi güçlü ülkeler sınıfına girmesi gibi niyetlerle bu hedeflenen tablodan yararlanamayan yurttaşların varlığını düşündüğünüzde IMF politikalarında niyet ile sonuç arasındaki boşluğu görürsünüz.
"Politikanın asıl mimarı DTÖ'dür"
Olayın bir diğer boyutu ise, IMF aslında küresel anlaşmaların jandarmalığını yaptığı gerçeği. Bu politikalar Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) tarafından belirleniyor, ardından her ülkenin başına bir jandarma getiriliyor. Mesela Avrupa Birliği'nin (AB) jandarması Avrupa Komisyonu'dur, Türkiye'deki jandarma ise IMF'dir.. Piyasaların küresel sermayeye uyum göstermesinden sonra DTÖ açısından Türkiye sorunlu bir ülke olmaktan çıkacak. Şunu görmek lazım, kapitalizm IMF'ye ya da komisyonlara ihtiyaç duymadan da yoluna devam eder.
Şöyle bir tablo çıkıyor. IMF dünyadaki olayları müzakere ederek yeni bir örgütlenmeye gidiyor. Dünyada IMF karşıtı politikalar geliştiriliyor diğer yandan IMF kendini gereksizleştirecek bir düzeneğin kurulma sürecinin adımlarını atıyor.
IMF son dönemde ciddi eleştiriler aldı. Uyguladığı politikalar Türkiye'de başarılıymış gibi görünüyor ama o da dış finansmandaki görece hareketlenmeyle ilgili bir durum. Türkiye'de görece bir istikrar varmış gibi görünüyor ama 90'lardaki sıcak para ekonomisine dönmüş durumdayız. Çok yüksel bir reel faiz uygulamasıyla birlikte yabancı sermaye düşük tutulan devalüasyonla epey kazançlık çıkacak ama asıl kriz yabancı sermayenin çekilmeye başlamasından sonra kendini gösterecek.
Bu bir istikrar değil, tam tersi çok istikrarsız bir dönem. tehlikeli bir süreçten geçiyoruz.
"Şimdi sıra Rusya'nın entegrasyonunda"
IMF ile ülkeler ilişkisine baktığınızda mesela bir Malezya örneği ortaya çıkıyor. Ekonomik kriz IMF'ye başvurulmadan atlatılmaya çalışılıyor. Latin Amerika'da bölgesel paktları da düşündüğünüzde IMF ülke ilişkileri için neler söylenebilir?
Malezya'yı tek başına bir örnek olarak almak gerekir. Asya krizinden sonra Malezya radikal bir karar alarak krizi kendi başına aşacağını söyledi ama bunun geçici olacağını da açıklamıştı. Aradan geçen zamanda yavaş yavaş bütün o koruma duvarlarını kaldırmaya başladı. Bunun için de IMF bu karara müdahale etmedi.
Bölgesel paktlar ise, küreselleşmeden bağımsız ona alternatif yapılar değil. Merocusr ile AB arasında ciddi bir ilişki var, bu anlaşmaların hepsi serbest ticaret anlaşmasıdır ve bu anlaşmaların hepsi de DTÖ'nün anlaşmalarını ihlal edemez. Bunlar küreselleşmeyi besleyen şeyler.
Mesela Çin'in DTÖ'ye dahil edilmesinden önce yüzlerce ikili anlaşma yapıldı. şimdi Rusya'da aynı sürece girdi Cancun ya da daha sonraki Aralık 2004 Kalkınma Raundu'na kadar bazı bölgesel paktların ilişkisine sokuluyor. En son gelişme ise, Ortadoğu Serbest Ticaret anlaşmasıyla bütün Arap ülkeleri içine alarak bir paktın kurulması. 2013'de başlatılmak istenen bu süreç öncesinde bölge ülkelerinin ikili anlaşmalara sokulması ve arkasından da DTÖ'ye tam üye yapılması planlanıyor.
Sanki gizli olmayan bir "gizli plan" var. Kamu Reformu, İş Yasası, hatta isteğe bağlı sigorta sistemine kadar bütünsel bir yasalar silsilesi söz konusu. Bu durumda bölgesel paktların küreselleşen sermayeye karşı ulusalcı bir yapısı da varmış gibi görünüyor
Bence bu pakt anlaşmalarını incelemek gerekir. Küreselleşmenin doğal sonuçları bunlar. ABD dünyadaki gelişmeleri o kadar yakından takip ediyor ki Ortadoğu- ABD serbest ticaret anlaşmaları, Orta Amerika ülkeleriyle başka bir pakt kurulması hedefleniyor. Fakat bu sürece tek başına karşı çıkmak zor.
"Moral bozukluğunun aşıldığı bir dönemdeyiz"
İyi şeyler olacağı beklentisi oldu. Arjantin'deki sokak hareketleri, Brezilya seçimleri ve bir de bu kadar açık bir saldırıya karşı çıkılacağına dair bir inanç vardı ama durum pek de parlak görünmüyor.
1989'da Sovyet sisteminin çöküşü aslında sol içerisinde moral bozukluğu yaratmıştı, bunu herkes kabul ediyor bana göre bu moral bozukluğunun aşıldığı bir dönemdeyiz.1990-95 arasında sol ideolojinin çöktüğü söyleniyordu ama tek alternatif olarak gösterilen neo-liberalizmde çökmeye başlıyor. Solun bilincini kuşatma altına alan ve nihai bir zafer kazandığı varsayılan liberalizmin çöküşü yeni bir moral takviyesi anlamına da geliyor.
Adına kriz denmiyor ama, ABD, Japonya ve AB ciddi bir resesyondan geçiyor. Kapitalizmin sürdürülebilir bir sistem olmadığı da görülmeye başlandığı zaman solun daha hareketli olacağını düşünüyorum. Bu gelişmelerde tek ürkütücü taraf Küreselleşme sürecinin milliyetçi öğeleri beslemesi.
Küreselleşmeye insani bir çehre kazandırmanın da anlamı yok, çünkü bu küreselleşmeyi anlamamak demektir. Bir de tabi klasik Marksist bir bakış olarak küreselleşmenin kapitalizmin geldiği nokta olarak tanımlanması var .Önemli olan bu küreselleşme karşıtı muhalefeti doğru bir yola kanalize etmektir.
Şöyle bir fikir var; bir güç inşa edilsin sorunsuz bir sistem kurup insanlar rahat etsin. ABD'nin Irak saldırısında savaş hızla olsun bitsin derken de bu mantıkla karşılaşmıştık. Bu bakış sola da sirayet etmiş gibi görünüyor.
Bu süreçte içi boşaltılmış kavramların yeniden içerik kazandırılması gerekiyor. Demokrasiden başlayıp sola ait bütün kavramları yeniden oluşturmamız gerekiyor. Bu arada kapitalizmin göz boyayarak yarattığı kavramlara da doğru bir bakış açısı getirilmesi gerekir.
Yolsuzlukların giderilmesiyle toplumun refahın ilişkisinin artması mesela. Eğer bu yolsuzluk refah seviyesinin en yüksek olduğu ülkelerde de görünüyorsa bunu sormak gerekir. Yine milli gelirin halkın refah seviyesini gösterip göstermediğini tartışmamız gerekir. Neyi refah neyi yoksulluk olarak değerlendireceğiz bunlar hep sorulmalı. Bütün bu kavramların teşhir edilmesi gerektiği süreçteyiz....
Piyasa tartışmalarında da ortaya çıktı ki ekonomi vazgeçilmez. Ekonominin iyi işleşişiyle sorunlar ortadan kalkacağı varsayılıyor, Böyle bir ekonomik akıla karşı neyi çıkarmak gerekir. Tabii bu arada İş yasası sonucunda sendikal hareketlerde yeni örgütlenme meselesinin tartışılmasını da bu çerçevede değerlendirebiliriz sanırım.
Sürekli kapitalizmin mantığıyla düşünülüyor. Ama en iyi ekonominin olduğu varsayılan ABD'ye bakın işsizlik yüksek. Nüfusun büyük bir kısmı nüfus sayımına dahil edilmiyor, açlık var, intihar oranları yüksek, intiharların altında yüzde 95 oranında ekonomik sebeplerin yattığı belirtiliyor.
"Çıkarlar ortaklaşacak, örgütlenme modeli değişebilir"
Her şeyin para kazanmakla ilişkilendirildiği bir sistem oluşturulmuş, para kazandığın sürece var olabiliyorsun. Şimdi ideal olan bu mu.? Bunların sorgulanması gerekir. O ülkedeki milli gelir., teknolojinin durumu o ülkenin iyi yolda olduğunu gösterir mi? son derece eşitsiz bir sistem ve bu eşitsizliğin ortadan kaldırılması gerekin asıl olarak.
Örgütlenme meselesine gelince. Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) çok dinamik bir yapı,. orada ayırıcı olan sınıf bilincinin daha yüksek olması. İş Yasası'ndan ve de Kamu Reformu yasalarından sonra ciddi bir örgütsüzlük sorunu ortaya çıkacak. Adı KESK olmayabilir ama başka bir yapı kurulacak.
Çıkarlar ortaklaşmaya başladı memurlarla işçiler arasındaki farklılıklar ortadan kalkıyor ve bu homojenleşen yapı kullanılabilir bir durumu ortaya çıkarır ama bu yapı politize edilmesi gerekir.
"AKP'nin diğer hükümetlere göre çok daha vahşi" olduğuna dair söylentiler var bu yasaları rahatlıkla geçirmesinin altında dirençli bir karşı çıkışın olmaması önemli bir neden gibi görünüyor
En temel sebep bu diğer bir sebep ise AKP'nin parlamentodaki gücü. Bir diğer sebep ise ülkedeki kamu oyunun yüzde 75'inin AB'ye destek vermesi. Bir kısmı demokratikleşmeye ilişkin bir kısmı da ekonominin güçleneceğine dair beklentiler içerisinde ama sonuçta böyle bir destek var.
Hükümetin attığı bütün neo-liberal adımları öyle olmasa da AB'nin isteği diye deklare edilebilir. Oysa AB'de en düşük normlar belirlenir. Ülkedeki sınıfsal ilişkilere göre normlar ayarlanır. AB yeni yeni ortak normlar belirlemeye gidiyor. İnsanlar AB'ye karşı çıkışla bir suç işlemiş gibi hissediyor kendini
2000 Prag eylemleri sırasında Çek işçiler katılımı yok denecek kadar azdı, katılımcıların çoğu başka ülkelerdendi. Tarım Sendikası başkanı biz AB'ye üye olacak ülkelerin başında bulunuyoruz, eğer AB karşıtı eylem içerisinde bulunursanız üyelik başvurunuzu askıya alırız demişler., Böyle bir şey denmemiş de olsa AB'ye bakış konusunda ipucu veren bir durum bu.
Yeni örgütlenme derken. Mesela Arjantin'deki işçi konseyleri, işsiz işçiler hareketi ya da İtalya'daki yeni sendikal hareketlerden de bahsetmek gerekir diye düşünüyorum? Muhalif partilerde bu süreçte atıl bir görüntü çiziyor sanki...
İtalya'da bir genel grev ilan edildiği zaman 10 milyon kişi katılıyor. Konfederasyonlar açısından ciddi bir açmaz bu. Eğer genel greve büyük katılım sağlayamazsanız moral bozucu bir hava ortaya çıkar. Güney Kore'deki ya da güney Afrika'daki sendikal deneyimlerin tartışıldığını biliyorum.
Bir hareketin sizin bünyeye uyup uymadığını görmeniz gerekiyor, bir hareketin başlangıçtaki dinamikliğine bakarak değerlendirme yapamazsınız. Belki de Türkiye farklı bir deneyim ortaya çıkaracak. Örgütlenme uzmanı değilim ama yeni bir deneyimin tartışılmaya başlandığının ipuçlarını görebiliyorum.(NK)