Toplumların tarihinde derin izler bırakan, kuşaktan kuşağa aktarılan sarsıcı tarihsel olaylar vardır. Bu olaylar kıvançla anlatılan zaferleri kapsayabildiği gibi büyük toplumsal çökkünlükleri anlatan travmatik olayları da kapsar. Kıvanç duyulan zaferler gibi toplumsal acı kaynağı olan travmalar da ortak bilinçte hatta bilinçdışında derin izler bırakabilir. Bu acı veren olayın etkisi o kadar büyük olabilir ki hatırlatıcı her etken büyük toplumsal huzursuzluğa, bireyler arasında dayanışma ve ortak tepki verme eğilimine sebep olabilir. 1915'teki olayların Ermeni halkında yarattığı etkiler, 1988 Halepçe katliamının Kürtler üzerinde, Sırp katliamcılığının Boşnaklar üzerinde, İsrail'in Filistinliler üzerinde oluşturduğu derin izler, yaşadığımız yakın coğrafyada yarattığı derin travmatik yaşantılarla akla ilk gelen olaylardır.
Bu olayların mutlaka katliamlardan ibaret olması gerekmez. Travmatik olay bir ateşkes antlaşması, teslim tutanağı gibi toplumların geçmişinde utanç verici anıları çağrıştıran durumları da kapsayabilir. Bu travmatik yaşantılar, maruz kalan toplumların uluslaşmasında ciddi roller oynarlar. Zaferler gibi bilinçli şekilde ritüellerle anımsanmasalar bile her an toplumsal bilinçdışının patlamaya hazır bölümlerinde beklerler. Bir toplumu iyi anlayabilmek için buna benzer tarihsel olayların günümüze etkilerini de gözönünde bulundurmalıyız.
Tarihte pek çok imparatorluk kurmakla övünen, her zaman yöneten olduğunu düşünen ve bunun en şaşaalı dönemi olarak Osmanlı İmparatorluğu'nu anımsayan bir halkı düşünün. Doğru ya da yanlış, abartılı ya da isterseniz egemenlerin resmi tarih ideolojisi olarak tanımlayın, bu toplumun büyük bir kısmı tarafından benimsenmiş büyüklenmeci bir tarih konumlanmasıdır ama sarsıcı gerçekliklere tekabül eder. Üzerine l. Dünya Savaşı'nı koyun, ardından teslim, işgal ve bir halkın tasfiyesine yol açabilecek onur kırıcı Sevr Anlaşması'nı da ekleyin. Hepsi biraraya gelince yaşanılan toplumsal travmanın büyüklüğü ortaya çıkar.
Bu onur kırıcı durumu dayatan emperyalist güçlerin hemen başlayan pervasız işgalleri, örselenmenin boyutlarını ve etkilerini iyice artırmıştı. Sevr travmasını da bu olayların bütünü olarak değerlendirmeliyiz. Ratifikasyon olmasa da, tarihsel bir realitedir. Asla bir uydurma ve abartma değildir. Etkileri sonraki dönemler üzerinde derin izler bıraktı. Denebilir ki Türkiye Cumhuriyeti'ni oluşturan halkın büyük bir bölümü Osmanlı'nın yasını tuttu, ardından dayatılan onursuzluğa karşı kazanılan zaferin kıvancını yaşadı. Toplumsal yas, halen Sevr travmasının anılarıyla yaşamaya devam ediyor. Yani halen çözümlenip bir kenara bırakılamadı. Bu durum her zaman derin bir tedirginliği, aynı travmanın tekrarlanma ihtimalinin verdiği güvensizlik duygularını canlı tutuyor. Sadece siyasal olayların dengelendiği dönemlerde toplumsal bilinç gerisine atılıyor; patlamaya hazır, toplumdaki tüm bireyleri ortak bir iradeyle harekete geçirmeye hazır, depolanmış bir enerji olarak bekletiliyor.
Bizim coğrafyamızda da bu ruh halini harekete geçirebilecek olaylar her an yaşanıyor. Kurtarıcı motif, tarihsel imge Mustafa Kemal ve onun tarihsel eylemselliğinin büyüklüğü kendisini gösterdi ve gösterecek. O bir mucizedir, ölümsüzdür. Uluslaşmada temel direktir. Türk halkının ortak bilincinde Sevr ve büyük kurtarıcı imgesi çok güçlü bir enerjiyle ortaya çıkmaya başladı. Yaşanılanın ne kadar gerçekçi ne kadar hezeyan (paranoya) boyutunda olduğu tartışılıyor.
Üç değerlendirme
Toplumsal olaylarda tehlike algılaması geçmişte yaşananlarla çok ciddi temelde ilişkilidir. Bu durum tehlikenin gerçeklik boyutunu da belirler. Bir siyasal gelişmenin oluşturduğu sonuçlar birileri tarafından değerlendirilir. Bunlar kendilerine genelde o toplumun aydınları sıfatını yakıştırmış kimselerdir. Bir kısmı "Evet toplum ve ülke bütünlüğüne yönelik ciddi tehditler oluşmuştur, Sevr hortlatılmak isteniyor" söylemini dile getirirken bir başka grup "Evet kısmen bir tehlike mevcuttur ama boyutu abartılıyor" diyebilir. Bir başkası ise "asla böyle bir tehlikenin olmadığını bunun ruh sağlığı bozuk ya da gerçekliği değerlendirme yetisini kaybetmiş kimselerin paranoyası olduğunu" ileri sürer. Ülkemizde her üç değerlendirmeyi de kendi politik konumlanmalarına ve çıkarlarına uygun şekilde kullanan ve kitleleri etki altına almaya çalışan odaklar mevcut.
AB üyelik süreci, ABD'nin Irak işgali, Türkiye'deki ve Irak'taki Kürt sorununun emperyalist müdahalelerle geldiği son aşama ve AKP iktidarının ekonomik ve politik uygulamalarla uyumlu dış politikası çok ciddi kaygılara sebep oluyor. En azından dürüst olarak kabul edebileceğimiz Türk yurtsever kesimlerce ve özellikle Kemalist aydınlarca bu kaygılar üst düzeyde yaşanıyor. Burada bizim açımızdan sorulması gereken, Kürtlerin tavrının ne olacağıdır. Bize göre Türk halkının korku ve kaygıları ciddi düzeyde gerçekçidir, anlaşılmaya değerdir. Türk halkı tekrar Sevr tehlikesine benzer bir durumla karşı karşıyadır tespitini rahatlıkla yapabiliriz. Ve bu tehlikenin temasında Türk-Kürt çatışması kurgulanıyor. Söz konusu travma Kürt olgusunda odaklanıp sürdürüldükçe, bu her türlü istismara açık ve uygun bir ortamı canlı tutar ve gerçek tehlike nedeni olur. Yakın tarihimizin bir de bu yönüyle irdelenmesi neden bir türlü kalıcı çözüme ulaşamadığımızın yanıtını da bize sunar.
Kürt olgusunun bölücülüğe kaynaklık ettiği ideası, resmi ideolojinin yaygınlaştırdığı bir korku olsa da, toplumun usunda yer edindi ve bu toplumsal algı adeta gelenekselleşti. Emperyalistlerin Kürtlere dayalı politikası Irak işgaliyle derinleşince, Sevr travması da kendisini sürekli güncelleme ortamına kavuştu. Burada Kürtlerin gayet açık ve samimi olması gerekiyor. Şu önkabulle başlangıç yapılabilir: Misak-ı Milli sınırlarını mutlak surette koruyarak Kürt sorununa çözüm bulunmalıdır. Emperyalist müdahalelere güvenmeden ve de gerçeklik dışı olmayan açılımlarla çözüm arayışı gerekiyor. Gerçekçi çözümlerden kastedilen ülkenin birliğini zorlamayan açılımlardır. Kürtlerin en büyük müttefiki Türkler olduğu gibi Türklerin en önemli müttefiki de Kürtlerdir. Sevr korkularının objesi Kürtler olmamalıdır. Komşu ülkede yaşananlar Türkiye'deki gerçeklikle örtüşmüyor.
Zaten başka bir boyuttan bakılırsa orası da Misak-ı Milli sınırlarındadır. Bu işgalci bir yaklaşım değil, samimi ve gönüllü bir kucaklaşma olacaktır. Burada Kemalist aydınlara büyük görevler düşüyor. Bu kesimler unutmamalılar ki; korkular canlandırılıp iki toplum birbirine geriye dönüşümsüz düşman edilmek isteniyor. Söylemler buna hizmet etmemeli. Kürtler de bu durumu çağrıştırıp, korkuları anımsatan fotoğraflarda yer almamalı. Yaşanılan tecrübelere dayanarak karşılıklı gelişen endişelerin inandırıcı bir biçimde artık son bulması için, çözüm vaat eden reel bir siyaset ve rasyonel projeler oluşturulmalı. Özellikle parlamentoda temsil edilmesi beklenen bu olgun siyasi anlayışın karşılığını bulması da bir o kadar önemlidir. Söz söyleme mantığını stratejik Türk-Kürt ittifakının ruhuna uygun oluşturmak, sözü dinleyecekler açısından da anlamlı olacaktır. Tarihsel toplumsal perspektif içinde yaratıcı demokratik yaklaşımlar sergilemek yeni dönem siyaseti açısından beklenilen bir tutum olacaktır; parlamento çatısı altında sürdürülecek böylesi bir siyasi ve toplumsal duyarlılıkla karşılıklı güvenin oluşturulabilineceğine inanmak gerekiyor.
Gerçek birliğin yolu
Kan ve gözyaşı acıları büyütüyor. Şiddet ortamına hemen son verilirse harcanan enerji ülkenin birliğini korumak için yoğunlaştırılabilir. Burada dikkat çekmesi ve üzerinde durulması gereken husus, Türklerin Kürtlerin nezdinde sömürgeci ve despot, Kürtlerinse Türklerin nezdinde bölücü ve barbar olarak görülmesinin, bu tüm sıfatları kendinde barındıran Batı emperyalizminin işi olduğudur. Bu bakış açılarında diretmek Türkiye'yi bölünmeye, Kürtleri ise sömürülmeye götürecek esas neden olacaktır. Her iki toplum karşılıklı duygudaşlık kurabilirse geçmiş hatalar unutulup çözüme kavuşturulabilir. Yani acıları, korkuları ve sevinçleri karşılıklı hissedebilirlerse, büyüklenmeci tavırlar etkisini yitirerek gerçek birliğin yolu açılabilir. Burada unutulmaması gereken husus Türklerin olduğu gibi Kürtlerin de toplumsal bilinçaltlarında bir dizi travmaya sahip oldukları gerçeğidir. Kanımızca bu gerçeğin araştırılması ve incelenmesi Türk aydınlarının sorumluluk ve duyarlılıklarının kapsam alanındadır.
Bu ülkenin Kürt- Türk diye bölünmesinin maddi, psikolojik altyapısı asla oluşmadı. Emperyalist ülkeler kendi aralarında ilk kez biraraya gelip kalıcı hukuki, sosyolojik temelleri sağlam birliktelikler kuruyorlar. Oysa tarihleri kanlı çatışmalarla dolu. Bizler de aynı şeyleri kendi aramızda başarabiliriz. Yeter ki bize dayatılan kitle psikolojisiyle düşünmeyelim.(AT/EÜ)
* Demokratik Toplum Partisi (DTP) Eşbaşkanı Aysel Tuğluk'un hafta sonu Radikal2' de yayınlanan, bugünkü Hürriyet gazetesinde de manşetten verilen yazısının bütün hali.