Her şey aynı şekilde olsun isterler. Aynı beden ve zihin özelliklerinde canlılar, aynı yöntemler, kullanılmaktan eskimiş ve düşünce vasfını çoktan yitirmiş kalıplar. İsterler ezberler bozulmasın. Bozulmasın ki zeval gelmesin “mükemmelliklerine” varoluşlarını başkalarının üzerinden geliştirirler çünkü. O yüzden istemezler bozulsun ezberleri.
Oysa hayat bu takıntıları acımasız bir akışla savurup götürür ve o benzersiz çağlayışıyla haykırır “doğada mükemmel diye bir şey yoktur.” Olmayan mükemmelliğe erişmek boş bir çaba iken nereden geldiğini bilmediğiniz “normali” sorgulamak çok daha kolay, mümkün ve etik. Yoksa bir sporcunun cinsel yönelimi üzerinden saçma sapan ve fobik yorumlar yapmak, yeti çeşitliliklerini bir eksiklik gibi görüp onun üzerinden üstünlük kurmak, hayvanların yaşamasında bile bedensel özellikleri kriter kılmak ayrımcılık, hak gaspı ve kendini avutmanın ötesine gidemez.
Her şey aynı standartta ve aynı şekilde olmak zorunda değil. Ve “normal” bedende olmak bir ayrıcalık değil. Hatta normal beden diye bir şey de yok. O nedenle kör olmak benim için niye kahredici olsun mesela?
Sağlamcıların ve ne yazık ki kanıksanmış sağlamcıların böyle bir tezi var. Engellilik bir çiledir, en azından kurtulunması gereken bir eksikliktir. Bunun dışında düşünen engelli ya şovmendir ya da mazoşist. Herkesin yeti farklılığını sahiplenmesini beklemek haddim değil ama benim tercihime karışılmasını da kabul edilir bulmuyorum. O zaman körlüğümün nerede eksiklik ve engellenmişlik hissi yarattığına bakalım. Sokağa çıktığımda sürpriz ve sürpriz olmayan erişilebilirlik sorunlarıyla karşılaştığım zaman. Her an her ortamda maruz kaldığım mikrosaldırganlıklar. Bir çalışma alanında mobbinge uğrama kaygısı. Aldığım bir ürün kapsayıcı tasarlanmadığı için onu kullanamamak.
Hadi düşünelim, bunların hangisi körlükten kaynaklı? Evet görmemek kaynaklı engellenme durumu var ama bunun nedeni görmemek değil yaşamın sağlamcı şekilde inşa edilmesi. Körlük ayrıca dünyadan izole olmak, zindanda olmak gibi düşünüldüğü için diğer engel gruplarından da farklı değerlendiriliyor. O nedenle tarih boyunca bir cezalandırma aracı olarak da kullanılmış.
Diderot “Görenlerin Yararına Körler Hakkında Mektup” kitabında hapse giren bir körün, kararı “Ben zaten 25 yıldır zindandayım” diyerek yanıtladığını söyler. Kitabın geneline baktığımızda söz konusu körün gayet hayatın içinde olduğunu görüyoruz. Melekleştirilmiş engellilerden değil. O nedenle kendi körlüğünü zindan gibi değerlendirmek yerine o cümleyle mahkemeyi etkilemeye çalışması ya da ironi yapması daha olası. Çünkü 300 yıl önce eşyaların yerini değiştirtmeyecek kadar sözünü dinleten, kavga etmedeki başarılarıyla, yaşamını kendi istediği şekliyle sürdüren ve toplum kalıpları dışında yaşayan bir kör anlatılıyor metinde. Bu anlamıyla da körlüğün bir yeti farklılığı olduğunun altını çizmiş oluyor kitabın çoğu yerinde Diderot.
Carlos Fuentes ise “Körlerin Şarkısı” kitabında şu soruyu soruyor: “Sanki gözden başka organ yok mu? Görsel olanı gözsüz de başaramaz mıyız?” Bu konuda düşünmek sorgulamak için güzel bir açı sunuyor. Tabi sağlamcılar bu konuda “her şeyi bildiği” için düşünmeye gerek duymuyorlar ama olsun. Kitabın bir yerinde kilit noktaya değiniyor Fuentes. “Biliyor musun ne oldu? Görmeye başladım. 600 yıldır resim yapacağız diye göz nuru döküyoruz. Her şey bir optik sorunu. Sınırlarımızın farkında mıyız? Çizgi, renk, model, perspektif, gölge ya da geometri. İzlenim, form. Hepsi de gözle ilgili, sanki başka organlarımız yokmuş gibi.” Yani binlerce yılın algısını yerle bir etmiş oluyor. Yani problem biraz da nasıl gördüğünde. Sürekli körlüğün bir eksiklik olduğunu görsel sanatlar ile uğraşamayacaklarına dair önyargıyla destekliyorlar. Resim ve fotoğraf sanatına ucundan bucağından da olsa bulaşmış bir kör olarak benim buna karşı çıkmam inandırıcı olmaz belki.
Eşref Armağan gibi bir gerçekliğimiz varken de inanmayanlara bir de Fuentes anlatsın. Bir diğer argümanları da renkler. Oysa renkleri görenlerin aynı biçimiyle algılayıp algılamadığı bile bir araştırma konusu. Sonuçta bu örnekleri en iyi bildiğim konu üzerinden “normalin” dışında bırakılanların eksik kabul edilmesine karşı yaşamın çeşitliliğini vurgulamak için verdim. Yani kimin neyi nasıl yaptığı değil neden yapamadığı burada sorun.
Bilgisayarı ekrana bakarak kullanmak, yola bakarak yürümek zorunda değilim. Bilgisayarı ekranda yazanı sese çeviren ekran okuyucu uygulamalar ile kullanıyorum. Yola baston ile bakıyorum. Aynı amaca ulaşmış oluyorum yani. Aynı şeyi farklı yöntemde yaptığım için eksik değilim. O yöntem bana sağlanmadığında engelli oluyorum bu da sistemin ve toplumun sorunu gözlerimin değil. Herkes çeşitliliğin bir parçası. Yeti farklılıklarıyla, cinsel yönelimleriyle. Bunları bir ayrıştırma nedeni haline getirmek yerine kapsayıcı bir hayat yaratılsa çok daha eşitlikçi ve mutlu bir hayatımız var. Hayat hep ileriye akar sonuçta. İstemeseler de böylesi bir hayatın oluşumu kaçınılmaz. İçimiz rahat olsun. Görünüşümüzle, yaşamımızla, yapmak istediklerimizle, kendimiz gibi geçireceğiz yıllarımızı. “Normalleşmeyeceğiz” Bir de EEEH Dergi yazılarımda çoğu zaman uygulandığım geleneği uygulayarak bir dizeyle bitireyim. “Pencereyi kapama. Kuş dolabilir içeri!”
Karlos Fuentes’in kitabına dair yazıma buradan ulaşılabilir.
(HA)