Sürekli kendine yeni güvenlik denklemleri yaratmaya çalışan bir devletin askerleşen vatandaşı olmak istemiyorum. Kendimi ihbar ediyorum: Ben şiddeti reddeden Kürt bir kadınım!
Express dergisinin Kürt Sorununa ayırdığı özel sayısında babasının mezarını yıllar sonra bulan oğul şöyle haykırıyordu:
"Bir yakının ölürse en fazla on ay ağlarsın, ama kaybolursa ömür boyu ağlarsın..."
Tarihi en çok kayıplarıyla aşınmış insanların, ömrü boyunca çektiği, duyduğu, gördüğü bir acıyla intikam isteğine yönelmesini koşulsuz bir kınamaya sebep olarak sunmak başka türlü bir vatandaş imajına gönderme yapmak değil midir?
Aksi bir beklenti içinde olmak, bu türlü bir vatandaşı peşin hükümler için elverişli malzemeler olarak kullanmak değil midir? İntikam iyi midir? Kötüdür. Ama sebebi itibariyle de, insanı haktan mahrum etmek için yeterince eksiktir!
Herkes demokratken ve Kürtler söz konusu olduğunda bütün söylenenler demokratların ezberinden taşan birkaç kırıntı oluveriyorken; Kürtlerin, vicdanına çiçekler salabileceği "vatandaş arkadaşını" sanki ondan çok ötelerdeymiş gibi hissetmesi salt onun suçu olarak anlatılabilir mi?
Gündüz Aktan'ın bir yazısında "Kürt nüfusu ve DTP'nin oyları artarken" diyerek kusurlu bir özdeşleştirmeyle kurduğu uyarının sorumlusu ve süregelen sorunun kaynağı olarak topyekün işaret ettiği Kürtler ile; "bir şekilde biteceği hayaliyle alışageldiğimiz bu sıkıntıları ilelebet çekmeye devam edemeyiz" diyerek hitabını yönelttiği Kürt-dışı Türkiyeli Millet, hangi karşıtlığın cephesinden sıyrılıp birbirine sarılabilir sizce?
Fuat Keyman'ın belirttiği şekilde "farklı kimliklerin inşasını 'gönüllü sadakat' temelinde güçlendiren bir tarz" hangi milleti bir devlet için bir arada ve barış içinde tanımlayabilir?
Devlet ideologlarınca kilitlenmiş zihnin kapısından kimse giremiyorken, Devlet hızla vatandaşın gurur duyabileceği ilişkiler ağını kurup ona "kayıt dışı" özneler seçmeye ve "bi'l mukabele vatandaş" da "elinden geldiğince" gurur duymaya devam ediyor.
Oysa "gurur"u hangi alana dahil olursa olsun milliyetçi duygulara gönderme yapan bir kavram diye tanıdık, şahitlendik biz!
Bu kelime bize "küçüklerini sevmek, büyüklerini saymak"la övünen millet ezberinden mi bulaşmıştır; yoksa "hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım" tehdidinin peşinde olduğu çılgının varlığı paranoyasının bizi sürüklediği yer midir; seçemiyorum.
Ama gurur duymaktan bıkıyorum bıkıyorum bıkıyorum... Büyüklerimizi sayıp küçüklerimizi seve seve, geriye sövülecek kimsenin bırakılmadığı o teslimiyetin merkezine oturup, bütün işaret edilenlerin çılgın olmadığını ve bütün çılgınların da bize zincir vurma niyetinde olmadığını vatandaş arkadaşlarıma anlatmak istiyorum.
38 aydının meselesine ortaklık edip "Meselenin sadakat-ihanet temelinden çıkarılmasını ve eleştirel düşünen herkesi 'potansiyel iç mihrak' olarak gören 'şartlanmış milliyetçi refleks'in kırılmasını" istiyorum.
Benim bildiğim bir "onur " vardırki Kuçuradi "insanın değeri" olarak anlatmıştır onuru; başımın tacıdır; değerimi tanımlayan ama biçtiği değerle bana diğer insanlara karşı sorumluluklar yükleyendir.
"Dışımdakiler"in onurlarını değil; onur mücadelelerini sahiplenmem için beni uyandırandır. Herkes için böyle olmalıdır ve/çünkü herkes içindir...
Donelly'nin "insan haklarına hayat değil; onurlu bir hayat için ihtiyaç duyulur" derken insan haklarının öznesi olarak vurguladığıdır onur.
Ayrı tutup söyleyelim: Kürtlerin de bir onuru vardır. Olsun defalarca da olsa bir daha hatırlatalım. Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler (İnsan hakları Evrensel Beyannamesi, madde 1).
Haysiyet bakımından eşit doğan bizlerin, birbirimize karşı kardeşlik zihniyetiyle hareket ederken coğrafya, din, cinsiyet seçmeye hakkı var mı? Yargılarımıza varırken, biraz olsun meseleyi derinden değerlendirebilmek, vicdanımızı bilincimize komşu edebilmek, topyekün reddetmemek ve yok saymamak için, koşulların iyiden iyiye elvermesini bekleme hakkımız var mı?
Lübnan'daki dostlarımız için -kesinlikle samimiyetine inandığım göz yaşlarımızın- Kürtler söz konusu olduğunda kurumasının, vicdanımızın -belki çoğu kez fark etmeden- insan seçip çıkarcılaşmasıyla bir ilgisi olabilir mi acaba?
Vicdanımız; medyanın bağırarak söylediği dışında bir acıya ortaklık etmek söz konusu olduğunda tembellik ediyor olabilir mi?
Muhsin Kızılkaya 04.08.2004 tarihli Birgün gazetesindeki yazısında başka bir konu için anlatsa da söyledikleri meselemize öylesine denk düşüyordu ki:
"Hatırlanan şeyler diri tuttu toplumsal hafızayı. Belleğin yetişemediği şeyler kayıt dışında kaldı...Bağırarak, yüksek sesle kendimizi ifade etmeye çalıştık. Sesi en gür çıkan, sözünü en çok dayatan oldu."
Ben diyorum ki; barış zaten bağırmadan anlatılandır; coşkusuyla haykırılabilir ancak. Ben diyorum ki; biz bu coşkuyu, birliğimizi tarihin önyargısına ezberletip kahramanlık destanları yaratmak için değil; bütün kalıp yargılara, teslim edildiğimiz hükümlere karşı çıkarak, kardeşlik yazıtlarını bu ülkenin her bir toprağına işlemek için istiyoruz.
Çok zaman var ki toplumsal belleğimiz verdiğimiz kayıplar konusunda yetersiz, bilirkişilerin uygun gördüklerine karşı aciz kaldı. Ben diyorum ki; ezberlerden kurtulup, "Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür diye öğren(diğimiz) oysa gitmeden, görmeden, insanı anlamadan, insanı duymadan, ötekine yüreğini açmadan" varamayacağımız bir mutabakatın hoşluğunda barışın keyfini çıkartalım.
Ben diyorum ki devleti var eden millet olarak bunları devletimize hep birlikte anlatalım. Kendimi ihbar ediyorum: Ben şiddeti reddeden Kürt bir kadınım! Dünyanın her yerinde herkes için barış istiyorum. Ve cezaları da haklar kadar sahiplerine teslim ederek! (GE/EZÖ)
* Gülnur Elçik Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi Yüksek Lisans öğrencisi.