Adana Baraj kazası: 10, Esenyurt Çadır Yangını: 11 Eskişehir Maden Göçüğü: 4 Erzurum'daki boğulma: 5, Tuzla'daki patlamada: 2...
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi'ne göre sadece nisan ayının ilk yirmi gününde 57 işçi öldü; ancak bu veriler sadece basından derlendiği kadarıyla. Yani basına yansımayan ya da iş kazası olarak gösterilmeyen kazalar buna dahil değil.
Sosyal Güvenlik Kurumu 2011'de 1543 işçinin öldüğünü açıkladı; bu sayılar bile günde en az dört işçinin öldüğü anlamına geliyor.
Şimdi Türkiye'de ilk kez işçi sağlığı ve güvenliği müstakil bir yasa kapsamına alınacak; kanun tasarısı Meclis'te görüşülüyor.
İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi'nden Aslı Odman, "İşçi sağlığı ve iş güvenliği"nin ne anlama geldiğini, kazaların nedenleri ve yeni yasanın artılarını eksileri bianet'e yorumladı.
İş güvenliği sadece sanayi işçisini mi kapsar, bir gazeteci, bir bankacının iş güvenliği yok mudur?
Çoğu okur yazar kişi iş kazalarını 'ötekilerin' başına gelen; Tuzla'daki işçinin başına altı ton taş düşmesi gibi ve sırf sanayi işçiliğine has bir alan gibi görüyor.
Evet iş kazaları daha çok sanayide gözüküyor. Ama bunun yanında tozlar, asbest, kimyasal maddeler, radyoaktivite ve sürekli aynı hareketi tekrarlamaya maruz kalmaktan oluşan kanser, kalp, solunum, işitme, kas ve iskelet hastalıkları gibi meslek hastalıkları var.
Ayrıca mobinge maruz kalmak, altından kalkamayacağın bir iş yüküne, çalışma arkadaşların ile rekabete itilmek de işçi sağlığı ve iş güvenliğine girer. İntihara varacak noktada, psikolojik direncin limitine getirilecek bir iş organizasyonuna maruz kalmak, depresyon ve stres tüm bunlar da işçi sağlığı ve iş güvenliği alanına giriyor.
"En az dört işçi ölüyor, gerçek bunun üç katı"
Gerçekte ne kadar işçi ölüyor?
Meslek hastalıkları Türkiye'de zaten kayıt altına alınmıyor, psikolsosyal risklerden kaynaklanan iş yeri stresi, depresyonu ve intiharlarını da katsak, bu rakamlar inanılmaz şişecek.Çalışma Bakanlığını verileri geçen yıl 1500 küsür işçinin öldüğünü gösteriyor. Bunun içinde neredeyse hiç beyaz yakalı gözükmüyor, bir de kayıt altına alınmayan işçi ölümleri.
Türkiye'de kayıt dışı çalışma yüzde 50'e yakın. Sigortası olmayan bir insanın ölümünü iş kazası diye göstermezler. Nedir bir işçi inşaattan düşer, hastaneye gidersiniz ve "Evde tamir yaparken düştü dersiniz". Esenyurt'taki işçilerin ikisinin, kendileri yandıktan sonra gece saat 12'de sigorta girişleri yapıldı; çünkü İstanbul'un ortasında bir kazaydı, medyanın dikkatini çekmişti, başka bir yerde olsa sigortasını bile yapmazlardı. Büyük ihtimalle iş kazası diye kayda geçmemesi için işveren hastane ve adliye nezdinde çaba gösterirdi. Ayrıca özellikle sanayi işçiliğinin yoğun olduğu bölgelerde Adliye ve Özel hastanelerin de kayıt dışı bırakma konusunda en azından pasif bir işbirliği yapmadığına ne kadar emin olabiliriz?
Kısacası tüm bu olgular ışığında, resmi verilere göre Türkiye'de günde en az dört işçi ölüyor; tüm bu "kayıt içine ve kaale alınmayan" sorun alanını da kapsarsak yaralanma, sağlık kaybını dikkate almasak bile ölümlerin bunun iki, üç misli olduğunu varsayabiliriz.
Peki ya meslek hastalıkları?
Meslek hastalıkları fiiliyatta ekseriyetle kayıt altına alınmıyor. Bizim de henüz Meclis olarak bunu yapmaya gücümüz yok, diğer ani işçi ölümlerini basından taramaktan ve nedenlerini tasnif etmekten ona gelemedik bile.
Düşünün, meslek hastalıklarının ancak üçte birini kayıt altına alabilmekten yakınılan Fransa'da bile her sene yeni teşhiş edilen kanserlerin yüzde 10'nun mesleki nedenlere bağlı olduğunu biliyoruz. Her gün sekiz kişi asbeste maruziyetten kaynaklı nedenlerden hayatını kaybediyor. İntiharların ise 400'ünün çalışma hayatındaki insan eliyle yaratılmış baskılara bağlı olduğunu. Bu rakamların Türkiye'de Fransa'dan daha az olması için bir neden görebiliyor muyuz?
"Bu bir seçim, ilahi takdir değil"
Böyle mi olmak zorunda?
Hayır. Bu ekonomi-politik bir seçim. Daha kısa sürede, daha yoğun, yani "iş hayatı" diliyle daha verimli ve rekabetçi iş çıkması için, sermayenin gözünden "canlı emeği" yani insan bedenini, psikolojik ve biyolojik limitine ittirmek siyaseti. Teker teker işverenlerin niyetlerinden bağımsız bir üst olgu bu. Çalışma hayatı güvencesizleştirildiği, emek lehine katılıklar, yani kazanımlar adım adım ilga edildiği için, çalışanların sağlığından tasarruf etmenin "doğal" hale getirildiğini görebiliriz.
Bugün ulaşılan teknik ve sosyal organizasyon seviyesi ile kimse ölmeden ve hasta olmadan üretmemiz mümkün.Bu can bedeli, ne kader, ne ilahi takdir, ne de olağanlaştırılmış rekabet nedeniyle katlanmamız gereken bir bedel.
Taşeronlaşmanın bu kazalarda rolü büyük, bunu biraz açabilir miyiz?
Taşeronlaşma, güvencesizleştirmenin, sistemin diliyle "esnekleştirmenin" yalnızca bir şekli. Ödünç işçilik, stajyer işçilik, belirli süreli çalıştırma gibi başka şekilleri de var. Ulusal İstihdam Stratejisi ve diğer yasalara baktığımızda esnek çalışma şekillerinin sürekli çeşitlendiğini görüyoruz. Hali hazırda hala en çok taşeronlarla çalışmada kendini en çok ifade eden bu güvencesiz çalışma, işyerindeki risklerin takibini, yani koordinasyonunu zorlaştırıyor.
Bir işçi beş yılda 25 kez işyeri ve iş değiştirirse bu işin usulunü öğrenmesi zordur. İşe yeni girişlerde ve 25 yaş altı çalışanlarda iş kazaları oranı daha yüksek. Ama bu demek değil ki iş kazalarının sorumlusu işçidir. Çalışanın bir işin usul ve adabını öğrenip, tecrübe biriktireceği kadrolu istihdam artık istisna olmaya başladı.
Tuzla'yı örnek verelim; bir gemi yapımında 2008 gibi bir büyüme senesinde, bir tersanede, aynı gemi üzerinde 1500 işçi, fakat toplam 80 taşeron firmaya bölünmüş olarak çalışıyor. Mesela boyacı boyama yapıyor, o sırada gaz birikiyor. Ana işverenin gelip gaz-yok kontrolü yapması gerek, ama yapmıyor. İşçi öğle tatiline gidiyor, sonra başka bir işçi geliyor, kaynağın torçuna basıyor ve biriken gaz patlıyor ve işçi ölüyor. İbrahim Levent bu şekilde ölmüştü.
İşte taşeronlaşma bu demek; iki farklı firma kendine göre iş çıkarıyorlar, vadettikleri sürede vadettikleri işleri yetiştirme baskısını taşıyorlar ve bunu en zayıf halka olan işçiye aktarıyorlar, aralarında da koordinasyon yok. Zaten en düşük ücreti verdikleri için ihaleyi almışlar.
"Bu barajı yaparken kaç işçi öldürebilirim?"
Esnek ve güvencesiz çalışma daha da arttırılmak mı isteniyor?
Ulusal İstihdam Stratejisi ile ödünç işçilik uygulanmak isteniyor. İşçi ve işveren arasına profesyonel özel istihdam büroları girecek. Birbiriyle ilgisi olmayan bir sürü meslekten insan bu şirketler aracılığıyla iş bulacak, bu şirketin çalışanı olacak ve hiçbir zaman çalıştığı yerin çalışanı olamayacak. Bu aslında İş Kanunu'nca yasaklanmış işçi simsarlığının arka kapıdan, süslü bir söylem ile hayatımıza sokulması demek. Taşeron sistemi Türkiye'de hala pek çok işkolunda, mesela tersanelerde illegal olarak işletiliyor. Yani asıl iş yasaya aykırı olarak taşeron şirketlere devrediliyor. Ödünç işçilikle bu durum da ortadan kalkmış olacak. Türkiye'de hep uygulanan bu zaten, yasa dışı, fakat güçlünün dahli olduğundan fiiliyen uygulanan bir çalışma pratiği, bir süre sonra kanun içine alınıyor.
Tersi nasıl mümkün?
Emekle ilgili her şey maliyet olarak hesaplanınca, iş kazasının bedeli de tazminat, Türkiye'de bunun "enformal" şekli "kan parası" oluyor. Avrupa'dan bir örnek vereyim. Liflerinin solunması veya suya karışması, maruziyetten 20 ila 40 sene sonra akciğer ve mide kanserlerine neden olan asbest, bugün 55 ülkede yasaklandı. Geçtiğimiz ay İtalya'da asbest ile üretim yapan Eternet Şirketinin Genel Müdürleri Ceza Kanunu kapsamında insan hayatını tehlikeye atmaktan 16 yıl hapis cezası aldı. Şirket ismini değiştirme yoluna gidiyor. Dünyadaki imajı sarsıldı.
Bu dava, iş kazalarının bireysel bir tazminat sorunu olmadığı, kamu sağlığı ve barışını tehdit ettiğini göstermesi açısından önemli. Ama Türkiye'de maalesef böyle bir dava kazanılmadı henüz. En son Tuzla'daki kazada Ada Tersanesi'nin Müdürü tutuklandı; bu yeni bir gelişme. Bugüne kadar hep işveren vekilleri, iş güvenliği görevlileri öne sürüldü. Oysa ki onlar da bir nevi memur, yetkileri, mesleki bağımsızlıkları yok, işverene ne kadar sözleri geçebilir.
Oysa kazadan sorumlu olanlar iş organizasyonuna, iş hızına, iş yoğunluğuna, iş araç gerecine yatırıma karar veren işverendir. Bu verdikleri kararlar ile bile bile canı veya sağlığı tehlikeye atıyorlar ise, ki iş kazası ve meslek hastalığı tanımı dünyanın her yerinde böyle yapılıar, o zaman biz 'çalışma suçları ile' karşı karşıyayızdır. Bunlar da suçsuz kalmamalıdır. Ama sistem sadece özel hukuk üzerinden işleyinde, iş kazasının bedeli tazminat olarak ödeniyor ve aileler ceza davası'na müdahil olmaktan imtina ediyorlar. Bu da esasına diğer mağdurların mezarını kazıyor. Zira işveren, iyilik ve kötülüğünden, vicdanından veya katıkalpliliğinden bağımsız olarak sistemik olarak şunun hesabını yapıyor: "Ben bu barajı yaparken kaç işçi öldürebilirim? Bir işçinin can bedel aşağı yukarı 60 ila 150 milyar, üç işçi ölse 180 ila 450 milyar; e İstanbul'da iyi bir semtte bir daire parası bile değil. Oysa şunu düşünmek zorunda kalmalı: bu baraj inşaatında işçi bile ölürse, benim itibarım, şirketimin imajı nice olur? Genel Müdürü'mün tutuklanmasının altından kalkabilir miyim?
"Güvenliği hak değil, hizmet kapsamına alıyor"
İlk defa bu konuyla ilgili müstakil bir yasa çıkıyor; sevinmeli miyiz?
Bugüne kadar 1973 tarihli tüzük ve pek çok yönetmelikler vardı, ama bu yönetmeliklerin pek çoğu adım adım Danıştay tarafından iptal edilmişti. Yasal durum bir çorbaya benziyordu, ama işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında sorumluluk, yapılacaklar, suç tanımları açısından bu çorba bize yeterli mevzuat gücünü sağlıyordu. Evet, müstakil bir yasa, tüzük ve yönetmeliklerden kağıt üstünde daha güçlü, ama hayatı etkilemek açısından önemli olan fiiliyattır, mevzuat değil. İşçi sağlığı ve iş güvenliğini bu mevzuatla dönüştürmek mümkün değil. Bu alanın ne kadar çok boyutlu ve doğrudan iş yeri hiyerarşisi ile ilgili olduğu, işveren sorumluluğu bu yasa ile keşfedilmiyor.
Son üç ayda yaşanan iş kazaları, mevzuat eksikliği nedeniyle gerçekleşmedi. İstenseydi, hepsinin olmamasını sağlayacak fiilleri açıklayan mevzuatlar varlar zaten. Çalışma Bakanı'nın söylediği gibi "Muhalefet yüzünden yasayı çıkaramadık, o yüzden ölümler devam ediyor" demek tek kelime ile yanıltıcı. Zaten bugün siyasi iktidarın Nükleer Yasası'nı, 4+4+4'ü, Afet Yasası muhalefete rağmen nasıl çıkardığına bakılırsa, bu açıklama iyice inanılmaz bir hale geliyor. Yasaya en belirleyici muhalefet hala TİSK'den, yani bu gömlek bile kendilerine fazla 'emekçi taraftarı' gelen işveren cephesi.
O zaman bu yasa ne getiriyor?
En önemli getirdiği değişiklik, alanın adını "işçi"den "iş" güvenliğine çevirmesi. "İşçi sağlığı" kavramından "iş sağlığı"na geçiş, işletmelerin sağlığının önceliği anlamına geliyor. Burada bir paradigma değişimi var.
Ciroların bereketi, kar marjlarının istikrarından sağlığından bahsediyoruz; işverenin tarafından bakıyoruz yani. İşyerinin hiyerarşik bir yer olduğu görmezden geliyor. Halbuki çalışma hayatının zayıf tarafı çalışandır, tüm iş yasalarının tarihi ve cari ruhu da onu korumaktır.
Artık hem eğitimde hem de iş sağlığı, güvenliğini sağlamada, hem de denetimde Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve Türkiye Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) kenara itiliyor; onların yerine yepyeni bir aktör geliyor; 'özel hukuk tüzel kişileri' veya 'Türk Ticaret Kanunu hükümlerine göre faaliyet gösteren şirketler'.
Bu şirketlerin parasını hizmeti alan verecek. Aynı ÇED raporu istiyorsan şirketinin projesine, parayı bastırıp şirketten ÇED raporu almak gibi. Yani kedi ve ciğer aynı yerde olacak. Mesela bu vinç doğru mu yerleştirilmiş, meslek hastalığına yol açacak durumlar var mı sorularını şirket denetleyecek.
Yani acılardan, daha büyük bir sektör yaratılacak. Artık sağlıklı çalışmak ve çalışırken hayatını kaybetmemek, hak olmaktan çıkıp hizmet mantığına girecek. Oysa ki can güvenliği bir haktır, korunup korunmadığını devlet denetler. En azından hala bu ülkenin Anayasası'nda hak ve kamu yararı üstünlüğü yazılıdır.
Devlet buna bahane olarak da az müfettişi olduğunu gösteriyor. Evet Türkiye'deki 1,5 milyon işletmeye sadece 400 tana işçi sağlığı ve iş güvenliği müfettişi var. Ama devletin müfettiş alacak kadrosu mu yok, parası mı yok? Yılda yüzde 8,5 ile en hızlı büyüyen üçüncü ülkesiyken. İşte bu yüzden "bu siyasi bir tercih" diyorum.
Kısacası mesleki bağımsızlığın, işverenin kar saiki karşısında can ve sağlık ile ilgili mesleklerin özerkliğinin bu yasada yeri yok. İşletmeleri can ve sağlık önceliği ile denetleyecek ve gözeteceklerin "Ben sağlığa bakarım, insan canına bakarım, senin karın benim iş tanımım değil' diyebilecek bir yapının güvencesi lazım. İşverenin parasını ödediği şirketlerle bu sizce nasıl mümkün olabilir? (NV)