Tarihi parlamento, Aziz Stefan kilisesi ve müzelerin ortasında. Otelden çıkınca bilmiyorum niye Tuna'ya doğru gidiyorum. Koyu yeşil sularının küçük dalgaları sanki bana değerek geçiyorlar. Sakinleştirici, yatıştırıcı gözüküyor Tuna.
Tuna'nın üzerinde dokuz farklı köprü var. En sevdiğim zincirli köprü denileni. Demirle sanat yapılmış. Örgülü zincirler betonunun içine giriyor ve beklenmedik yerlerden çıkıyor. Ne güzel bu köprünün ortasından Budapeşte'nin iki yanını ve Tuna'yı seyretmek.
Teleferikten kuşbaşı
Geceleri arkasında Buda kalesiyle insana nefesini tutturan bir manzaraya dönüşüyor. İleride Margret adası köprüsüne bitişik hayal meyal gözüküyor.
İkinci Dünya Savaşı'nda yıkılan köprü, inşasının 100. yılında (1949) yeniden yapılmış. Ne anlatıyor acaba, sayısız savaşların yıkıntısını, kanını yıkayan Tuna'nın gururlu dalgalarının sesi...
Kaleler bölgesi denen alan yukarıda peşi sıra bir çok tarihi yapıyla görünüyor. Teleferik benzeri bir asansörle tırmanıyorum. Asansörden çıkar çıkmaz metrelerce yüksekten kuşbakışı Budapeşte.
Konuşmayı bilirdim!
Eskinin yeniye üstünlüğü mü acaba. Tarihi binalar diğerlerinden daha yüksek. Birbirlerine eşit mesafelerle şehre yayılmış.
Joszef Attila'nın şiirlerini okuyacağım şehre karşı. Çok kalabalık, okunacak gibi değil. Duvara tırmanan çocuğa sesleniyorum, hey "be careful!" (dikkat et!).
Çocuk tepkisizce bakıyor. Annesi olduğunu zannettiğim kadın işaret dili ile bir şeyler anlatıp, çocuğu alıp götürüyor.
Konuşmayı bilirim zannederdim, çıkardığım seslerle. Kaleler, kiliseler ve Tuna bu kadar çok şey anlatırken, benim ellerim sessiz. Ellerimi arkama saklayarak yürümeye devam ediyorum.
"Tarih" satılıyor
Savaş müzesi, tarih müzesi, ulusal galeri, müzik tarihi müzesi bir kaç saate 500 yıllık tarihi sığdırıyorlar.
Osmanlı tuğraları, belgeler ve asker resimleri var. Sokaklardan birinin adı Kemal Atatürk.
Kaleler bölgesinde gezerken Hilton otelini görünce geleceğe geri dönüyorum. Matyas kilisesi görkemli.
Farklı seramiklerle kaplı bazı kısımları. İçerisi soğuk, karanlık ve kasvetli.
Kral Matyas burada iki kez evlenmiş. Çevredeki küçük dükkanlar tarihi metalaştırmış, satıyorlar. Macarca doğu dillerini anımsatıyor. Kral, kahve, reklam seçebildiğim ortak kelimeler.
Sanki Gül Baba Tuna'nın üsütünde
Ne kadar keyifli araçlara kapalı bu tarihi mekanda yürümek. Buda'dan Peşte'yi seyretmek, çeşitli milletlerden insanlarla.
Oradan taksiyle Gül baba türbesine geçiyorum. Türbenin hemen girişinde Gül baba heykeli külahındaki gülü ve neşeli bakışı ile karşılıyor beni. Önceki gelişimde tekkeye girememiştim.
Huzurlu Bektaşi tekkesinin bahçesinde Buda değişiyor, Budin oluyor biranda. 150 yıl Türk egemenliğinde kalmış şehirde bu dönemden kalma tek eli yüzü düzgün yapı. Kanuni Sultan Süleyman'ın Macar seferlerine Isparta'dan gelerek katılan Gül baba sanki Tuna'nın üzerinde hala nöbet tutuyor.
İlerleme için ve kötülüğe karşı
İlginç Tuna'dan Hünyadi isimli bir tekne geçiyor bu sırada. Garip, ayrılırken geride bir tanıdığımı terk ediyor, yalnız bırakıyorum hissi doğuyor içime.
Sırada Özgürlük Anıtı var. 1947 yılında ülkenin bağımsızlığını kazanmasının onuruna dikilmiş.
Budapeşte görüntüsünün vazgeçilmezlerinden. Beklentinin tersine anıt uzunca bir süre esaret altında yaşamış,
Sovyet işgali döneminde. Zaferi temsil eden yaprağı iki eliyle havada tutan kadın heykelinin ayağında iki temsili eser daha var. İlerlemeyi temsil eden heykel ve kötülüğe karşı savaşı simgeleyen eser.
ABD ve kızıl yıldız
Şehirde sadece Amerika Birleşik Devletleri (ABD) büyükelçiliğinin karşısında komünist dönemi hatırlatan bir kızıl yıldız var. Bu dönemin devasa heykelleri ve anıtları toplanarak bir açık hava müzesine konmuş.
Oradan Kahramanlar Meydanına geçiyorum. Genişçe meydanda 36 metrelik bir kolonun üzerinde bir melek, Cebrail diye tahmin ediyorum, Macarlara ait sembolleri tutuyor. Duvarın oyuklarına Macar tarihinin büyükleri konulmuş.
Hünyadi, Matyas ve diğerleri. Büyük duvarlar bilgeliği, çalışkanlığı, barışı ve refahı simgeleyen motiflerle bezenmiş. Meydanın iki yanında hayranlık uyandıran iki bina: sanatlar sarayı ve güzel sanatlar müzesi
Melekler şehri korur mu?
Geri dönerken Aziz Stefan kilisesinin çanları çalıyor. Arkadan başka çanlar, değişik tonlarda. Akşama doğru güneşin terk etmeye hazırlandığı şehri sessizliğin karanlığından korumak istercesine.
Güneş batana kadar açık havada bir kafenin en ucuna, kiliseye en yakın yere oturuyorum.
Gece bir şeyler yemek için Vaci sokağından iyisi yok. Ne kadar çok melek heykeli var binalarda, tepelerde ve köprülerde.
Önceki gün Orta Avrupa Üniversitesinden Julius Horvath ile terör tehdidini konuşuyorduk. Korur mu acaba bu melekler şehri kıyamet senaryoları yazan kötülere karşı?
Bu defa hiç resim çekmiyorum, aklıma, kalbime nakşettiklerimin dışında. Şehre ihanettir, hatıraları donuk resimlerle canlı tutma gayreti.
Ve İstanbul
Basitliktir, görülen güzellikleri resimlerle ifade edip sözle anlatamamak. Haksızlıktır şehri dinleyene, hayalinde kendi resmini çizme hakkını elinden almak.
Budapeşte'den bu defa yanıma daha büyük bir parça alıyorum. Uçakta geri dönerken elimde olmadan Kral Matyas'ı düşünüyorum. Sadece 32 yıl yaşayan bir kral... Gül baba yalnız ve dimdik Tuna'ya karşı.
Elimi uzatsam külahındaki gülü alacak gibiyim. İstanbul'a doğru yaklaşıyoruz. Bir tarafta Budapeşte'nin bende bıraktığı tatların ve hissettiklerinin mutluluğu. Diğer yanda bu güzel şehri belirsiz bir süre yalnız bırakmanın burukluğu. (BA/BA)