Tam bir sene sonra yolum tekrar Fransa'ya düştü, kimilerine göre belki bir sene uzun bir zaman değildi ama bambaşka bir yürekle ve biraz kalp ağrısı ile gittim bu sefer. Çünkü o kişilerin bana "Ya, işte geçen sene biz sana demiştik, başınıza bir şey gelecek" demelerinden tedirgindim biraz, başımıza gelen o büyük felaketten sonra.
Gittiğimde, geçen sene tanıştıklarımla tekrar karşılaştım ve Türkiye'den göç eden onlarca Ermeni ile de tanışma fırsatı buldum. 2006'da herkesin ilk sorusu "Türkiye'de nasılsınız, rahat mısınız?" iken bu kez "Hrant'tan sonra nasılsınız?" oldu; onlar da artık biliyorlardı hayatımızın 'Hrant öncesi' ve 'Hrant sonrası' olarak ikiye ayrıldığını. Cevabım malumunuz, ardından hemen hemen hepsinden gelen ikinci soru "Neden hâlâ oradasınız, bu ısrar niye?"
Kimileri Türkiye'deki tatil programlarını iptal etmiş Hrant'ın öldürülmesinin ardından, kimileri ise "Artık asla ayak basmam o topraklara" diyor. İçimden "Peki bastıkları toprak ne kadar kendilerinin?" diye geçiriyorum. Biz biliyoruz ki bastığımız birçok yerde bizden bir parça var.
Yaşlılar ise 6-7 Eylül olaylarını nasıl yaşadıklarından başlıyorlar ve 50 sene zarfında durumun hiç de iyiye gitmediğini, zamanında akıllılık edip geldiklerini söylüyorlar.
"Sizi az bıraktık"
Biz bu durumda biraz akılsız oluyoruz, zaten birileri de bize devamlı akıllı olmamız gerektiğini vurguluyor, akıllı olma mecburiyetine çoktan alıştık!
Bu konuşmalar uzarken, bir akşam 22 yıl önce Paris'e göç etmiş olan sevgili Filor Kazancı ile tanıştım. Beni ilk gördüğünde yanıma yaklaştı, Hrant'ın ardından yaşadığı o derin acıyı dile getirdi ve ardından herkesin aksine bana şu cümleyi söyledi:
"Sakın buralara gelmeyin".
Az buçuk şaşırdım, Filor Yaya şaşkınlığımı anlamış olsa gerek, sözlerine şöyle devam etti:
"Siz orada kenetlenin, birlik olun ve gelmeyin. Belki biz de gitmeseydik yaşatırdık Hrant'ı. Biz geldik iyi etmedik. Biz buralarda dağılırken sizi de az bıraktık. Hrant öldürüldüğünden beri çok pişmanım Paris'e geldiğime."
İçinde kalan bir şey var, onu dile getiriyor ısrarla: "Hrant'la hep gurur duyardım. Geçen yıl onu ada vapurunda gördüm. Yanına gitmek, alnından öpmek istedim, çekindim, rahatsız etmek istemedim, ah bileydim..."
Gözleri buğulanıyor ve ekliyor:
"İçimde başka bir yara daha var. Sivas'ta kilisemiz vardı zamanında. Çok büyüktü. Orayı boşalttılar ve dinamitle havaya uçurdular. Bu yüreğime derttir, Hrant'a söylesem belki yazardı."
Düğümleniyorum yine, Filor Yaya'yı orada bırakıp gideceğime üzülüyorum, onun içinde kalan şeylere, söyleyemediği sözlere, ifade edemediği cümlelerin sızısına içim yanıyor.
Aslında biliyorum Filor Yaya'nın tek olmadığını, hepimizin içinde birçok şey yarım kaldı, kiliseyi havaya uçurmak için patlatılan dinamitler her birimizin kalbinde patladı 19 Ocak'ta. Şimdi koca bir enkaz yüreklerimiz, söylenmemiş sözlerin, ifade edilememiş takdirlerin, dava günü onun yanında olamayışımızın, edilememiş teşekkürlerin hepsinin ağırlığı var enkaz yüreklerimizin üzerinde.
Ama Filor Yaya, bil ki, her ne kadar arada bir sorsak da kendimize, "Gitmek daha mı iyi?" diye, asla gitmeyeceğiz buralardan. Hrant'ı, Noraları, Nareleri biz yaşatacağız burada; yeni yaşamlarda dağılmak yerine, kenetlenerek var kalacağız.
Birileri hep bize bazı şeyleri unutmamız gerektiğini hatırlatırken, biz burada kalarak hiç unutmayacağız özümüzü. Bir gidiş bile artık çok eksilmek demek. Artık hiç gidemeyeceğimizi, kendimize ikincil bir yaşam, üçüncül ilişkiler kuramayacağımızı biliyorum.
Hrant Dink'ten bize yüce bir yürek miras kaldı, en çok da gençlere. Her birimizde var artık o yürekten bir parça. Enkaz yüreklerimizi onun yüreğiyle onarıyoruz. Hem o kadar büyük bir yürek ki o, nasıl taşıyabiliriz onu bir başka ülkeye? Ama buraya geri gelmek isteyenler olursa onlara da veririz bir parça o yürekten.
"En dibine kadar gömülmek için" demişti Hrant Dink, yakışır mı bize şimdi o yüreğin parçalarını başka memleketlere gömmek, dağıtmak o yüreği? O yüzden buradayız Filor Yaya, o miras kalan yürekle bu topraklara gömülmek ve o yüreği çoğaltıp yeni nesillere devretmek için.
İçin rahat olsun...(NK/EÜ)
* Nayat Karaköse'nin bu yazısı Agos gazetesinin 6 Temmuz tarihli sayısında yayınlandı.