Suriye'nin güney kenti Dera'da gençlerin duvarlara rejim karşıtı sloganlar yazmasıyla başlayan ayaklanmanın üzerinden 13 ay geçti.
12 Nisan'da Birleşmiş Milletler (BM) ve Arap Birliği tarafından desteklenen altı maddelik Kofi Annan Planı çerçevesinde ateşkes ilan edildi. İki hafta önce, gözlemci bir grup Suriye'ye gitti; ancak Suriye'de sular durulmadı.
BM, geçen yılından bu yana Suriye'de 9 bin kişinin öldüğünü düşünüyor. Suriye hükümetine göre ise 2 bin 500'ü sivil toplam 4 bin kişi öldü.
Boğaziçi Üniversitesi'nden Suriye üzerine çalışan Dr. Seda Altuğ ile Suriye'deki ayaklanmayı konuştuk.
Hem Esad rejimini hem de muhalafeti eleştirerek bir pozisyon almak mümkün değil mi?
Evet, mümkün. Ama Türkiye solu meseleye dar bir anti-emperyalizm çerçevesinden bakıyor. Avrupa solunda da benzer bir bakış açısı var. Suriye'deki toplumsal hareket ve aktörler ikincileştirilip, mesele, uluslararası güçler arasındaki bir iktidar savaşına indirgeniyor. Mücadelenin İsrail ve ABD karşıtlığını temsil eden Esad rejimi ile emperyalistler arasında geçtiğini iddia eden bakış açısının basitleştirici olduğunu düşünüyorum. Suriye rejiminin anti emperyalist retoriği toplumu yönetme ve iktidarını sürdürme aracı olarak kullanması bir yana, rejimin anti emperyalist olduğu iddiasına kuşkuyla yaklaşmak gerek.
Sanki tek bir muhalefet varmış gibi duruyor ama öyle değil, biraz açabilir miyiz?
40 yıllık Baas siyaseti, Suriye'deki siyasi yaşamı fakirleştirdi; bu yüzden siyaset sahnesine aktif bir özne olarak çıkan eski ve yeni aktörler de haliyle büyüyen siyaset pastasından pay kapmak için yarışıyor; hırslı, rekabetçi ve aceleciler. Suriye toplumunun ihtiyaç ve özlemlerinin muhatabı olmaktansa, batının ve Türkiye'nin muhatabı olmayı ve o yönde siyaset yapmayı daha çok önemsiyorlar.
Suriye'deki Esad karşıtlarından bahsederken ülkede tek ve birleşik bir muhalefet değil, muhalefetler olduğunu teslim etmemiz gerek. Suriye Ulusal Konseyi (SUK) AB, ABD, Türkiye tarafından Suriye'deki Esad karşıtı muhalefetin temsilcisi olarak kabul edilen bir yapı. Bu konseyin en güçlü bileşeni, varsayılanın aksine Suriye sokağındaki örgütlülüğü sınırlı olan Müslüman Kardeşler grubu. Müslüman Kardeşler, 1982 Hama Ayaklanmasının Hafız Esad tarafından bastırılması sonrası üst düzey kadroları Britanya ve Yemen'e iltica eden ve sürgünde siyaset yapmaya devam eden bir yapı. Esas olarak Mart 2011'de başlayan ayaklanma sonrasında SUK'da aktif bir siyasi aktör haline geliyor. Konseyin içinde başka gruplar da var, selefiler gibi mesela.
Ya yerel koordinasyon komiteleri?
SUK'un bir diğer bileşeni Yerel Koordinasyon Komiteleri (YKK); ki konsey içindeki gücü çok sınırlı ama Suriye sokağındaki gücü çok daha etkin. Bu yapı ayaklanma sonrasında ortaya çıktı. Aktivistlerinin yaşları 25-35 arası, çoğunluğu sol seküler temayüllü, kent/köy düzeyinde örgütlenmiş gevşek bir yapı. YKK, eylemleri koordine eden, sloganları hazırlayan, sahra hastanelerini örgütleyen bir grup. Üst düzey kadrolarının bir çoğu idamla yargılandıkları için şu anda Suriye dışında yaşıyor.
YKK böyle olmasına rağmen SUK, siyasi olarak İslamcı, çoğulculuktan nasibini almamış, Arap milliyetçi refleksleri gayet güçlü, Türkiye/AB/ABD bağlantıları fazlasıyla belirgin, Suriye sokağıyla ise bağları zayıf olan bir oluşum.
Peki sokaktakiler kim, ne istiyorlar?
Suriye içinde mücadele eden insanlar arasında sünni müslümanlar çoğunlukta ve artan şekilde islamcılaştığına tanık oluyoruz. Bu değişim atılan sloganlardan değişen taleplere kadar birçok alanda kendini gösteriyor. Fakat ne sokak sırf Sünni, ne de bu islamcılar, illa ki Müslüman Kardeşler örgütünden. Aralarında daha radikal islamcı akımlara sempati duyanlar olduğu gibi, yerel veya mekansal aidiyetler de politizasyonda çok önemli bir yer tutmaya devam ediyor. Mesela, Hums'un bir mahallesindeki bir medresenin şeyhinin müritleri, yine bir medresenin öğrencileri gibi. Sol/seküler oluşumlar, ya da ismaili, Dürzi, hiristiyan gibi sünni olmayan gruplar ya da dediğim gibi mekansal aidiyetler (mesela Şam'ın bir ilçesinin sâkinleri, ya da bir aşiretin üyeleri gibi ) de sokağın bileşenlerini oluşturuyor.
Meclis ile bu resmettiğim halk arasında organik bağ zayıf. Meclisin Esad rejimine karşı mücadele eden Suriyelileri doğrudan temsil ettiğini iddia etmek zor. Gündelik dile bakacak olursanız, "biz Mecliste siyaset yapıyoruz, sokaktakiler ise halk hareketi yürütüyor" deniyor; yani siyasetle devrimci hareket birbirinden ayrı iki şeymiş gibi ele alınıyor.
Televizyondan izlediğimiz göstericilerin ciddi bir ideolojik eğitimden geçip de sokaklara indiklerini zannetmeyin; ya da bu insanların dört başı mağmur politik bir programa sahip bir yapının mensubu olduğunu. Bu cesur insanların birincil talebi Beşar Esad'ın gitmesi. Rejimin, muhalifleri, katliamlardan korku kampanyalarına kadar bir dizi yolla sindirmeye çalışması, toplumda rejime yönelik yabancılaşmanın artmasına yol açarken, maalesef siyasi ufkun Esad'ın gitmesi ile sınırlı kalmasına yol açıyor.
Ya Suriye'nin dostları?
Türkiye'nin de olduğu Suriye'nin Dostları denen uluslararası cephe (AB, Arap Birliği, ABD'den oluşuyor) de siyasi, iktisadi ve ideolojik olarak yön verebileceği ve kontrol edebileceği bir yapının olmasını istiyor. SUK da, bu uluslararası ve ulusalın kesiştiği yerde oluştu. Bu yapının şekillenmesi, itibar kazanması ve büyümesine de maddi, lojistik, ideolojik ve politik destek sağlayarak doğrudan katkıda bulunuyor.
Türkiye'nin ayaklanma başlar başlamaz Müslüman Kardeşler üst düzey yönetim kadrolarının İstanbul'a gelmesini sağlayıp onları himaye etmesinden tutun da, SUK mensuplarına her türlü kolaylığın gösterilmesine, Suudi Arabistan ve Katar'ın Özgür Suriye Ordusu'na yaptıkları maddi yardımlara, Türkiye'nin (yani AKP'nin) Müslüman Kardeşlere verdiği "telkin ve eğitim çalışmalarına" kadar...
Hem SUK, hem sokak Esad gitsin diyor, dış müdahale için ne düşünüyorlar?
Hums, Hama, Deraa, İdlib gibi canı ve malı yakılan şehirler için ilk talep Esad'ın kayıtsız şartsız gitmesi. Bu insanlar Irak, Afganistan veya Libya'da olduğu türden bir dış müdahale değil, ama Türkiye ve/ya Nato öncülüğünde kuzeybatıda kurulacak bir tampon bölge fikrine ya da insani koridor oluşturulmasına gayet sıcak bakıyor. SUK da bu çizgide, Türkiye de. Ama artan şiddet yüzünden ayaklanmayı evlerinden izleyen Esad karşıtı muhalefetin pasif destekçileri ve rejimle müzakereye de çok soğuk bakmayan kesimler var. Dış müdahale konusunda da ayrıca kaygılı bu kesimler. Bu grubun içinde, orta sınıflar, Hıristiyan, Dürzi, Alevi, Sünnisinden farklı dini gruplar ve bir kısım Kürtler de var.
Hem uluslararası düzeyde, hem de içeride artan bir mezhepsel ve etnik esaslı bir kamplaşma var. Uluslararası medya, ya mezhep çatışması haberleri ya da uluslararası müdaheleye ilişkin haberler veriyor. SUK'un durumu, sokaktaki artan islamcılaşma ve çözülen devlet kurumları ve toplumsal yapı ortada. Esad rejiminin devamından çıkarı olanlar dışında kimse "Esadlı günler ne güzeldi, ne kadar özgürdük, rahattık, keşke geri gelseler" demiyor, fakat gelecekteki belirsizilk ve bugündeki istikrarsızlık ve artan ekonomik zorluklar, insanları ehven-i şer'ci yapıyor, iki arada bir derede bırakıyor. Esad karşıtı olmalarına rağmen kendilerine mevcut siyasi iklimde ifade edebilecekleri alan ve yapılar bulamadıkları için geriye çekilenler az değil.
Esad rejiminin devamını isteyenler de var tabii. Bu grubun arasında Baas rejiminin bekâsını borçlu olduğu ittifakın kurucu bileşenlerinden biri olan Sünni burjuvazi de var, Alevi zenginleri de var. Dolayısıyla Şam, Halep merkezde bugüne kadar kitlesel bir ayaklanma olmaması bir tesadüf değil. Çünkü bu multi etnik Esad'çi sınıf, bu iki büyük şehirde oturuyor. Bu kesim kaderini halen Esad'ın kaderiyle bir görüyor.
Suriye'de "eskiden mezhebimizi sormazdık" dendiği söyleniyor, bu doğru mu?
Suriye'nin resmi ideolojisi Türkiye'ninkinden bazı açılardan farklı ama zihniyet olarak benzer bir organik ve korporatist tahayyüle dayanmakta: Farklı dinlerin mensuplarının uyum ve kardeşlik içinde yaşadığı kaynaşmış bir toplum. Fakat toplumsal hakikat tabii ki bundan çok farklı. Toplumsal çatışma ve çoğulluğu görmezden gelen bu tahayyül sadece iktidarın bir yönetim stratejisi. Hangi dinden olursanız olun, siyasetin alanına girmeyip rejimin meşruluğunu sorgulamadığınız sürece istediğiniz kadar dindar olun, folklor veya hayır dernekleri açın sorun olmaz, ne zaman ki mevcut rejimin dini ve etnik azınlıklar politikasını eleştirmeye başlayın, o zaman devlet sizi cezalandırır.
Suriye, Osmanlı sonrasındaki Fransız sömürge döneminden kalan birçok toplumsal meseleyle yüzleşilmemiş durumda. Bunların en önemlisi azınlıklar meselesi. 60 yıldır -mış gibi yapılarak sorunlar cözülmüş gibi yapılıyor, ama aslında dürüst ve cesur bir yüzleşme yapılmıyor. "Eskiden mezhebimizi sormazdık" önermesinin ima ettiği "kaynaşmış bir halktık" iddiası suni bir denge halini ifade ediyor. Suriye'de kimse birbirine kim olduğunu sormuyor, ama herkes kimin ne olduğunu biliyor. Herkes oturacağı evi, gideceği okulu vs. ona göre seçiyor. Velhasıl, bu suni denge, son ayaklanmayla birlikte bozulmaya yüz tuttu. Baas döneminden ve öncesinden kalan sosyal ve iktisadi çekişmeler ve rekabetler; azınlıklar meselesi vb. düğümler ayaklanmayla birlikte yeni bir şekil, söylem ve pratikle karşımıza çıkmakta.
14 tane Kürt partisi var. Peki Kürtler ne istiyor?
Suriye Kürt siyaseti geleneksel olarak Barzani (PDK) veya Talabani (YNK) ekseninde ortaya çıkan partilerden oluşmakta. PKK bu resme 1980'lerden sonra ekleniyor ve 2000'den sonra Esad karşıtı bir siyaset izlemeye başlıyor. Ayaklanma sonrasında ise PYD dışındaki 14 Kürt partisi Barzani inisiyatifinde bir Kürt Meclisi oluşturdu. Ayrıca Yerel Koordinasyon Komiteleri'nin de ayrı bir Kürt grubu var; ki bunlar SUK içerisindeydi, ama bir ay önce SUK'tan ayrıldılar. Bu çekilmenin sebebi, o toplantıda hazırlanmakta olan Suriye misak-ı milli'sine Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı maddesinin konulmamasıydı. SUK içinde zaten çok sınırlı olan Kürt temsili de böylece nihayetlenmiş oldu. Hayli parçalı görünen Suriye Kürt muhalefeti gittikçe artan bir şekilde ittifak yönünde ilerliyor. Aralarında rejimle müzakere veya rejimin kat'i reddi konusunda farklar olsa da diğer talepler aynı: 1973 Arap kuşağı politikasıyla Kürtlerden alınıp Suriye'nin güneyinden getirilen Araplara verilen toprakların esas sahiplerine iadesi, vatandaşlık sorunun çözülmesi, kolektif haklar, federalizm veya ve kendi kaderini tayin hakkı ve federasyon.
Hükümetin Suriye'ye bakışında Kürt sorunun payı ne kadar?
Çok önemli bir payı var. Hükümet Irak işgaline katılmadığından güneyde Federal Kürdistan'ın kuruluş sürecinde söz söyleyemediği için hayıflanıyor. Aynı durumun Suriye'de yaşanmasını istemiyor, o yüzden de başından beri bu kadar atak davranıyor ki, her şey kontrollerinde olsun, kendi müdahale mevzileri dışında bir yapı oluşmasın. Örneğin Federal Suriye Kürdistanı gibi. Bana göre, AKP, mesela Suriye Ulusal Konseyi'nde Kürtler olmasın, sırf islamcı Araplar olsun demiyor. Tersine, mutlaka Kürtler olsun ki, biz de onları SUK üzerinden kontrol edebilelim, bizim kontrolümüz dışına çıkmasınlar istiyor. Yani klasik eski inkarcı tavırdan ziyade ehlileştirilmiş Kürtlerin varlığından şikayetçi değiller. İstanbul'da yapılan "Suriye Muhalefeti Birliği" toplantısında Kürtlerin geri çekilmemesi için Türkiye çok çaba harcadı ama başaramadı.
SUK uzlaşma istemiyor ama Annan planı siyasi müzakere getiriyor?
ABD ve AB, BM destekli siyasi müzakere planının da denenmesinden yana. SUK da, Türkiye de ve aslında Esad da Annan Planına pek sempati duymuyor, ama farklı sebeplerden ötürü de hayır diyecek durumda değiller. Bence Annan planından yapıcı ve uzun vadeli bir sonuç alınması zor. Sembolik bir şey. Mesela, Annan planı çerçevesinde Suriye'ye gelen dış gözlemcilerden 10'u Şam'a inmiş, halk da bu gözlemcilere sesini duyurmak için gözlemcilerin yakınında slogan atarken, rejimin güvenlik güçleri gözlemcileri korumak amacıyla protestocuların üzerine ateş açmış; böyle bir şey olabilir mi?
Ne olacak? ABD seçimlerinden sonra politika değişikliği olur mu?
Göstericilerin söylemlerinde göze çarpan bir radikalleşme ve islamcılaşma olsa da, toplum yorgun. Zaten tersi nasıl mümkün ki. Çelişik süreçler bir arada yürüyor. AB ve ABD, Esad rejimiyle siyasi müzakere yolunu denemeye devam ediyor. Rusya bu müzakerede önemli bir araç. Askeri dış müdahaleden çekiniyorlar. ABD seçimlerinin rolü olduğu kadar, ABD'nin Irak ve Afganistan hezimeti, Avrupa'daki ekonomik kriz,. Bir de göçmen karşıtlığı var; Suriye'de savaş demek binlerce mültecinin Avrupa'ya akması demek.Yani rasyonel bir tahlil yaptığınızda dış müdahalenin çok ihtimal dahilinde olduğunu düşünmüyorum, ama tabii dengeler değişebilir.
Türkiye dış müdahale konusunda en atak davranan ülkelerden biri. Ama ben bunun kendi gücünü abartarak dışarıya ve içeriye verilen bir gözdağı olduğunu düşünüyorum. Türkiye yönetici elitleri müdahillik için gereken bilgi birikimi ve ilgiden yoksunlar. SUK' u kontrol altına almakla Suriye halklarını ve geleceklerini kontrol altına alarak şekillendirmek aynı şey değil. Ayrıca başta Türkiye'nin bozuk sicilinin mağduru olan Kürtler ve hıristiyanlar olmak üzere, Suriyeli Esad karşıtları dış müdahaleye bel bağlamış, Türkiye'den veya Türkiye modelinden medet uman mazlum kitleler değil.
İnsan Hakları Örgütü, muhalefetin fidye, insan kaçırma gibi insan hakları ihlalleri yaptığını söylüyor, bu sürecin doğal bir sonucu mu?
Bunların hepsi doğru. Yokmuş gibi davranılamaz. SUK, en başta, "şiddet, mezhep, dış müdahaleye hayır" diyordu. Şimdi şiddet düzeyi o kadar arttı ki, arazi davası yüzünden bile insanlar birbirini öldürüyor. Yani eskiden müzakere ile çözülebilecek sorunlar şimdi silahla çözülüyor. Bu bir gerçeklik, buna yol açan sebepleri ortadan kaldırmadan "şiddete karşıyım" diyerek meseleyi anlamak mümkün değil.
Kadınlar mücadelenin neresinde?
Özgür Suriye ordusunda kadın savaşçılar yok mesela, hepsi erkek. Kadınlar gösterilere katılmıyor değiller, ama sınırlı. Daha çok cephe arkası alanlarda çalışıyorlar.
Antakya'dakiler nasıl bakıyor mültecilere?
Antakya-İskenderun Alevileri Türkiye'de kendi yaşadıkları mağduriyet ve ayrımcılıklar üzerinden Suriye meselesine yaklaşıyor. İsyan hareketini "Yönetimde Alevilerin olduğu bir devlete karşı Sünnilerin yaptığı bir ayaklanma" olarak görüyorlar. Yani, Esad karşıtı ayaklanma onlar için zaten baştan gayri meşru bir hareket. Bu yüzden de gelen mültecilere önyargı ile bakıyorlar. Tabii ki şehrin mülteci akınıyla birlikte artan nüfusu ve bunun katmerlendirdiği zaten mevcut olan sosyal ve iktisadi sorunlar da mültecilerle yerel halk arasındaki gerginliği arttırıyor. Antakyalılar arasında "Bizim neyimiz tam ki, bizim durumumuz sanki çok mu iyi ki onlara veriyoruz" veya "bize verilmeyenler onlara veriliyor" ya da "onlar zaten keyiflerinden buraya gelmişler" gibi cümlelere çok sık rastlıyorsunuz. (NV)