Dolar ve Euronun TL karşısında değer kazanmayı sürdürmesi, cari açığın artması, enflasyon ve işsizliğin bir türlü çözülememesi, Türkiye ekonomisinin her geçen gün dönülmez bir biçimde krize doğru koştuğu ya da düşük yoğunluklu kriz içinde yoluna devam ettiği yorumlarına neden oluyor.
Temel eleştiri ise Türkiye'nin ekonomik sorunlarında yapısal sorunlar olduğu yönünde.
24 Haziran 2018 seçimlerine bu ekonomik atmosferde gidildi. Sonuçta seçimden yeni yönetim sistemiyle çıkıldı. Son günlerde ardı ardına çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararlarıyla ya da resmi adıyla kararnameleriyle devlet yönetimine yeni bir biçim veriliyor. Koşullar gereği ilk dikkat çeken ekonominin yönetimine dair değişiklikler oldu. Hazine ve Maliye Bakanlığı'nın birleştirilmesi ve bu bakanlığı altında daireler, kurulların çalışacağı gibi bilgiler elde edilmiş oldu. Tüm devlet mekanizmasında ve yönetme biçimindeki değişiklikleri ekonomiden başlayarak barış imzacılarından ve ihraç edilen akademisyenlerden Ali Rıza Güngen ile konuştuk.
Güngen şu an karşımıza konulan Cumhurbaşkanlığı yönetim biçiminin oluşmasının nedenini şöyle açıklıyor: "1980'lerin lanetli mirası, yayılmacılık arzusu, kof bir özgüven ve Sünni Türk olmayana had bildirme isteği ile birleşti ve AKP'nin ilk on yılı dolarken bu rejime yol verdi".
Güngen'le yeni ekonomi yönetimini, ekonomik durumun seçimlere etkisini ve karşımızdaki yönetim biçiminin dünyada başka örneği olup olmadığını konuştuk...
Cumhurbaşkanlığı kararlarıyla yapılan bu değişiklikleri idari bir düzenleme olarak mı yoksa yapısal düzenleme olarak mı görmeliyiz? Aslen tüm bu değişim fırtınası içinde mesela Mehmet Şimşek'in gidişi ve Albayrak'ın gelişi dahil olarak, ekonomik sorunlara ilaç olacak emareler sezebiliyor musunuz?
Türkiye’nin temel sorunu dış finansman girişine bağımlılık ve rekabetçi olmayan aşırı sömürüye dayalı bir ekonomiye sahip olmaktan kaynaklanıyor. AKP’nin ilk dönemleri yeniden yapılanma adı altında restorasyon, son dönemleri ise krizin ertelenmesi ve iktidar ömrünün uzatılması uğraşıyla geçti. Yeni rejim bütün kurumların ve yöneticilerinin doğrudan Cumhurbaşkanına hesap vermesi mantığıyla tasarlandı. 1 numaralı kararnamede Bakanlık teşkilat yapılanmalarına bakıldığında önemli bir yenilik göremiyorsunuz.
Mesela Hazine ve Maliye Bakanlığının teşkilat yapısına bakıldığında eski Hazine Müsteşarlığı’nın bütün genel müdürlükleriyle eski Maliye Bakanlığı’nın içine alındığını görüyoruz.
Neden böyle bir değişikliğe ihtiyaç duyuldu?
Maliye verimli çalıştı, Cumhurbaşkanıyla yakın mesaideydi gibi açıklamalar yetersiz. Amaç bilgi tekelini sağlamlaştırmaktır. Hazine’nin başını ağrıtacak olan devasa koşullu yükümlülüklerin zamanla realize olması, Maliye’nin bütçe dengesini bozacak, “o zaman bunlar aynı çatı altında ve bir kol mesafesinde olsunlar” düşüncesi görülüyor. Daha az sayıda “başkanın adamı” ve herkesin tepeye hesap verdiği bir hiyerarşik düzen. Cumhurbaşkanı ofislerinin ve danışmanlarının görev alanı tam netleşmediği için, yine de bir düzenden çok düzensizlikten bahsetmek gerekli.
Ancak değişim fırtınası içinde ekonomik sorunlara çözüm olacak bir gelişme yok. Mehmet Şimşek’i tekrarlayan Berat Albayrak’ın söyledikleri ile Cemil Ertem’in yıllardır yazdıkları arasında önemli bir gerilim var. Bu belirsizlik daha önceden Cumhurbaşkanının işine yarayan bir belirsizlikti, ancak baş aşağı gidiş sırasında tersine yeni sorunlar çıkartacak. Yeni düzenlemeler şimdiye kadar idari düzenlemeler olarak seyretti. Değişim rüzgârının Merkez Bankası bağımsızlığının toptan kaldırılması ya da borç finansmanı ve gelir toplama mekanizmalarına dair köklü değişikliklere uzanmasını düşük bir olasılık olarak görüyorum. Kısaca bu idari önlemler, Türkiye’nin yapısal ekonomik sorunlarını çözmeyecek. Buradan kalkıp IMF’ci “yapısal reformu” savunanların piyasa aşkı da anlaşılır değil. Tarih üstü, kimsenin erişemediği bir mükemmellik varsayıp sonra muktedirlerin işareti ve programıyla krizlerden azade, mutluluk üreten piyasalara erişeceğimizi varsayan çokça muhalif var Türkiye’de.
Seçim propaganda dönemi boyunca muhalefetin en önemli kozunun Türkiye'nin ekonomik göstergelerinin kötü seyretmesi olduğu söyleniyordu. Türkiye'de iktidarların ekonomik başarısızlıkları sonrasında devrilmelerinden yola çıkılarak siyasi değişimin gerçekleşeceği öngörüsü yapılıyordu. O halde ya Türkiye'nin ekonomik durumu yeterince kötü değil ya da siyasi değişiklik için Türkiye seçmeni artık ekonomik gerekçeleri terk ediyor?
Türkiye seçmeni ekonomik gerekçeleri terk etmiyor. Ancak seçmen davranışını ekonomik çıkara indirgemek gibi bir hataya da düşmeyelim. Hayatı son dönemde alt üst olmuş binlerce muhalife bakın. Oldukları yerdeler. Nedamet, pişmanlık, sisteme yaranma gibi davranışlarla çok daha müreffeh olabilir, temel haklarından faydalanmaya başlayabilirlerdi. Geniş siyasal davranış kümesi ve onun bir parçası olarak seçmen davranışı, gündelik bilgiye ve duygulara da yaslanır.
Seçim döneminde muhalefet radikal ve alternatif bir program çıkartarak krizden çıkış yolunu gösteremedi. Sisteme borcuyla harcıyla bağlanmış olanların sadece bir kısmını faşizan bloktan kurtarabildi. Dolayısıyla hem Türkiye’nin bütün makroekonomik göstergeleri kötü, hem de bununla birlikte Türkiyeli seçmen daha kötüsünü engellemek için halen büyük oranda iktidar blokuna güveniyor. Bu karmaşık tabloyu görebilirsek, sadece seçmen davranışını değil bir bütün olarak siyasetle ilişkiyi ve siyasal davranışı etkileyebilecek adımlar atabiliriz diye düşünüyorum.
Seçmenin egemene olan borcunu öder ya da vebadan kaçar gibi sandığa gittiği siyasal tartışma atmosferini, benim hayatım nasıl bir hukuki ve ekonomik düzende daha iyi olur sorusunun etrafında yeniden örmeliyiz. Bu da sadece Meclis’e endeksli olabilecek bir şey değil. Dayanışma kelimesinden mülhem kazanışma olarak tarif ettiğim bir ilişki kurmalıyız. Başkasının üstüne basarak ve ötekini linç ederek var olma değil, diğeri sayesinde kazanma.
Aksi takdirde kriz gelir ve siyasal iktidar değişir düşüncesine savrulunuyor. Bu da hem atalet hem de başarısızlık demek. Çünkü gündelik yaşamda yoksanız, kamusal tartışmayı biçimlendirmiyorsanız, etkili siyasal müdahalede bulunamıyorsanız, kriz geldiğinde de kaybediyorsunuz.
Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle oluşturulan yeni sistemi en yakın hangi ülke yönetimine benzetiyorsunuz? AKP, getirdiği yönetim biçimi için hangi ülkeden ilham almış olabilir sizce?
Tarihte çok sayıda ülkede tek bir lider figürünün öne çıktığı ve onun buyruklarının mutlak kabul edildiği politik sistemler olmuştur. Otoriterliğin bir adım ötesinde, tepesine çöreklendiği nüfusun bir kısmını temel haklarından mahrum bırakmış ancak plebisiter özellikler sergileyen ve anayasasızlaşmış bir rejim için tarif edici tek bir kelime ya da benzetme bulmak zor.
Günümüz Macaristan’ı, Polonya’sı ve Rusya’sına olan pratik ve söylemsel benzerlikler teşhis edilebilir. Tek bir ülkeden ilham aldıklarını düşünmüyorum. Aslında Türkiye sağına mündemiç lider bağımlılığı nedeniyle başbuğluk anlayışı İslamcı ve sağ siyasetin bir parçası.
1980’lerin lanetli mirası, yayılmacılık arzusu, kof bir özgüven ve Sünni Türk olmayana had bildirme isteği ile birleşti ve AKP’nin ilk on yılı dolarken bu rejime yol verdi.
Kafadaki muğlak başkanlık sistemi yolda biçimlendi. Latin Amerika’da ağır çalkantılar geçirmiş ve merkezi otoriteyi tesis etmek için dikta uygulamalarına bel bağlamış tek adam (caudillo) rejimleriyle kıyaslamalar yapılabilir diye düşünüyorum. Latin Amerikalıların, sadece tek adam için kullandıkları bir kavramları yok, siyaset literatürüne kararnamelerle yönetim anlamına gelen decretismo kavramını da bu tür rejimler katmıştır. Ayrıntılı incelemeler yapılacaktır. Sadece siyasi tarihin “kararname ile yönetme”nin “büyük çalkantı ile bitirme” anlamına geldiğini gösterdiğini belirteyim.
Ali Rıza Güngen kimdir?Dr., Siyaset bilimci, ekonomist. Eğitimini ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde tamamladı. Kasiyer, anketör, çevirmen ve araştırmacı olarak kısa süreli işlerde çalıştı. 2005-2012 yılları arasında araştırma görevliliği yaptı. 2010 yılında Londra’da City University, Uluslararası Siyaset Bölümü’nde misafir araştırmacı olarak bulundu. Asistan olduğu ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden 2005 yılında yüksek lisans, 2012 yılında doktora derecesi aldı. 2012 yılında Ondokuz Mayıs Üniversitesi’ne Araştırma Görevlisi Dr. olarak girdi. Bu görevini sürdürürken 22 Kasım 2016'de yayınlanan 677 KHK ile ihraç edilen 242 akademisyen arasında yer aldı. Gürgen bu KHK ile ihraç edilen 15 Barış İmzacısı'ndan biriydi. Devletin Yeniden Yapılandırılmasının Veçheleri Olarak Borç Yönetimi ve Finansallaşma: 1980 Sonrası Türkiye Örneği adlı doktora tez çalışması Türk Sosyal Bilimler Derneği tarafından Genç Sosyal Bilimci Ödülü’ne layık görüldü. Aynı çalışma ile Behice Boran Özel Ödülü’nü aldı. Finansallaşma, borç yönetimi, demokrasi kuramı ve devletin yeniden yapılandırılması alanlarında yayımlanmış çalışmaları bulunuyor. (Fotoğraf: Hilal Köylü/DW) |
(HK)
* Fotoğraf: Cem Öksüz - Erdoğan 5 Temmuz Demokrasi ve Milli Birlik Günü Buluşması'nda.