PKK hakkında ne biliyorsunuz? Hemen hemen 30 yıldır neredeyse hergün bu üç harf gazetelerde, televizyonlarda -nasıl okunacağı bile sorun olarak- yer alıyor. Hayatını kaybeden binlerce insana, savaşmak için harcanan onca kaynağa, türlü psikolojik müdahaleye rağmen PKK siyasetçilerden, ordu karargahlarına, esnaf sohbetlerinden, sokak gösterilerine kadar her yerde konuşuluyor.
ABD'li gazeteci Aliza Marcus, buna rağmen büyük uzmanların dahi örgüt hakkında beylik sözleri geçemeyen yorumlar yapabildiğini görünce, zaten muhabir olarak yıllarca üzerinde çalıştığı bu konunun ana aktörlerinden birini anlamaya karar verdi. Öğrendiklerini de, şimdi Ayten Alkan tarafından Türkçe'ye de çevrilen "Kan ve İnanç: PKK ve Kürt Hareketi" kitabında topladı. 1989'dan itibaren Kürt sorunu ve Türkiye üzerine çalışmaya başlayan Marcus, 1995'te zamanın Devlet Güvenlik Mahkemelerinde "halkı kin ve düşmanlığa tahrik"le yargıldı. İkinci duruşmada beraat etse de, basın kartı yenilenmeyince Türkiye'den ayrılmak zorunda kaldı. Halen ABD'de yaşayan Marcus'la e-posta üzerinden yaptığımız söyleşide gazetecilik ve Kürt sorununu konuştuk.
Öncelikle kitabın hikayesinden biraz bahsedebilir misiniz? Kürt sorunu üzerine 20 yıldan uzun zamandır çalışıyorsunuz. Hangi noktada "Kan ve İnanç"ı yazmaya karar verdiniz?
Kitap fikri Öcalan'ın yakalanmasının ardından geldi. Tel-Aviv'de televizyonun karşısında oturduğumu ve Ortadoğu'dan bazı uzmanların PKK ve Öcalan üzerine yaptığı yorumları dinlediğimi hatırlıyorum. Aslında kimsenin PKK hakkında bir şey bilmediğini fark ettim. Her aynı şeyleri tekrar edip duruyordu: Öcalan örgütü 1970'lerde kurdu, Suriye tarafından destekleniyordu ve bağımsız bir devlet kurmak için şiddete başvuruyordu. Bütün bunların nasıl gerçekleştiğiniyse kimse açıklayamıyordu. Rızgari ve KUK gibi birçok Kürt grubunun yapamadığını Öcalan nasıl başarıp güçlü bir Kürt hareketi ortaya çıkarmıştı? Neden aralarında avukatların, öğrencilerin ve öğretmenlerin de olduğu çok sayıda genç Kürt rahat, orta sınıf hayatlarını bırakıp isyancılara katılmayı seçiyordu? PKK silahlarını nasıl elde ediyordu? Nasıl finansal destek sağlıyordu? HEP ve DEP'i kontrol ediyor muydu? Bunlar cevabını merak ettiğim sorulardı ve diğerlerinin de bunları bilmeye ihtiyacı vardı. Öcalan yakalandığında çok sayıda insan örgütten ayrıldı, sorularıma cevap bulabilmek için önemli bir fırsat doğduğunu biliyordum.
1990'lara geri dönelim. Gazetecilik çalışmalarınız nedeniyle Türkiye'de yargılandınız. O zaman yaşadıklarınızı anlatabilir misiniz? Kitapta da belirttiğiniz gibi, bu konu üzerine Türkiye'de çalışmak kolay değildi –hala da bir ölçüde zor. Sadece devlet baskısı değil, PKK de gazetecileri sıkıştırabilirdi. Hem gazeteci olarak çalışırken hem de kitabı yazma aşamasında bu baskıları dengelemeyi nasıl başardınız?
Türkiye'de yargılandığımı çok iyi hatırlıyorum! Her şey Gümüşsuyu'nda yaşadığım apartmanın kapıcısına polisin bıraktığı bir notla başladı. Karakola gittiğimde görevli memur kalın bir dosya açtı. Benim hakkımda bir şey olmadığında ısrarlıydı. Dosyayı alıp kendim aramaya başladım fakat kendi adımı taşıyan belgeyi bulduğumda memur bunun doğru olmadığını söyledi; çünkü erkek olarak gözüküyordum ve açıkçası bu gerçeği yansıtmıyordu. Ama diğer her şey doğruydu, pasaport numaram, adresim... Bence bu yanlışlık Türkiye'de yetkililerin ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasalar ve uygulamalarla ilgili ne kadar vurdumduymaz ve keyfe keder çalıştığını simgeliyor. Bu doğruluk ya da adaletle ilgili değil; daha çok insanlara bir düşünce biçimini dayatmak üzere yapılıyor ve gerçekler de önemsiz bir ayrıntı olarak görülüyor. Dava başladığındaysa Türkiye bunun iyi bir fikir olmadığını anladı. Yabancı bir gazetecinin yargılanması nedeniyle yoğun eleştiriler geliyordu. Doğrusu şanslıydım. Reuters gibi büyük bir kurum için çalışan Amerikalı bir gazeteci olarak hiçbir zaman gerçekten tehlike altında kalmadım. Yine de korkmuştum, sinirlenmiştim, moralim bozulmuştu. Ama nihayetinde şanslı olduğumu biliyordum, başka gazeteciler hapse atılıyor, işkenceye maruz kalıyor, öldürülüyordu. Onların davalarının kimse farkında bile değildi; bense ilgi görüyordum. Sonunda ikinci duruşmada delil yetersizliğinden beraat ettiğimde şaşırmadım. Davaya rağmen Türkiye'yi terk etmeyince, basın kartımı yenilemeyi reddettiler. Dolayısıyla Türkiye'den ayrılmak zorunda kaldım.
Bu sorudan devamla, bu tip tartışma yaratan konular üzerine çalışan gazetecilerin korunabilmesi için sizce neler yapılabilir? Örneğin o süreçte işvereninizden destek gördünüz mü? Meslek örgütleri vs. sizce gazetecilerin bağımsızca çalışabilmesi için yeterli destek sunuyor mu? Sanırım Türkiye'den ayrıldıktan sonra Reuters'in Kıbrıs'taki Ortadoğu-Afrika bürosuna gittiniz; bu kariyeriniz açısından nasıl bir gelişmeydi?
Kıbrıs'a gönderilmek –bugün o büro kapatıldı- aslında terfi etmek anlamına geliyordu ve editör olmuştum. Reuters beni dava boyunca destekledi ve birçok uluslararası kurum da desteklerini açıkladı. Gene de ben şanslıydım. 1990'larda Türkiye'de insan haklarının durumuyla ilgili uluslararası alanda eleştiriler yükseliyordu. Dolayısıyla davam dikkat çekti. Sorun bilinen yabancı bir gazeteciye açılan dava değil, yerel gazetecileri susturmak için kullanılan, çok ortada olmayan bu yüzden de uluslararası ilgiye mahzar olmayan yöntemlerdi. Çalışma arkadaşlarından baskı görmek, yetkililerce yapılan tacizler veya bütün bunların sonucu olarak oto-sansür. Bence bütün bunlar bir davadan daha büyük sorunlar.
Dediğiniz doğru, pek çok insan süre giden çatışma hakkında doğru bilgiye sahip değiller. Bu konuda gazeteciler sorumluluğu nerede sizce, gazeteciler barış için ne yapabilirdi?
Pek çok yerel gazeteci çatışmayı anlamadı ve hala da anlayabilmiş değil. Bu da yapılan haberlere yansıyor. Ama sebep onların kötü gazeteciler olması değil, başka nedenler var: Başlıcası yerel gazetecilerin çatışmanın dışında kalabilmesinin zorluğu. Eğer gazeteci Kürt'se PKK baskı yapıyor. Eğer Türk'se devlet baskısıyla karşılaşıyor.ayrıca bir Türk gazetecinin PKK üzerine çalışması zor, çünkü örgüt onunu bir casus olduğunu düşünebilir. Her halükarda bazı gazete sahipleri de Kürt meselesine terör sorunu olarak bakmaktan öteye geçmek istemiyor. Dolayısıyla gazetecilerin barış için daha fazla ne yapabileceğini bilmiyorum. Bir yandan, evet, daha iyi gazetecilik yapabilirlerdi ama kim o haberleri yayınlayacaktı ki! Bir gazeteci olarak gazetecileri suçlamayı doğru bulmuyorum.
Gerçi önsözde biraz bahsediyorsunuz ama, kitapta sadece PKK'den ayrılan militanlarla konuşmuş olmanıza ve örgütün sorunlu yanlarından neredeyse sadece Öcalan'ın sorumlu tutulmasına gelen eleştirilere ne dersiniz?
Esas olarak eski PKK'lilerle konuştum çünkü halen PKK'de olanların konuşmaya ya zamanı yok ya da böyle bir özgürlüğü. Aylarca –Öcalan'ın kitaplarında okuyabileceğim- siyasi nutuklar dinleyeceğime PKK içinde hayatın nasıl olduğunu anlatmaya hevesli insanlar bulmaya çalıştım. Bu insanlar artık örgüt üyesi olmadıklarında açıkça konuşabiliyorlardı. Örgüt içindeki infazlardan, aşktan, Öcalan'ın onlara söylediklerinden, silahlarını kimlerden elde ettiklerinden, Kürt siyasi yapılarının hangilerinden destek aldıklarından bahsedebiliyorlardı. Bütün bunları halen PKK'li olanlar anlatamazdı. Bunun pek çok sebebi var. Örneğin Öcalan'ı ya da PKK'yi eleştiren militanlar öldürülebiliyor. İkincisi, mücadelenin o kadar içindeler ki, kendilerini geri çekip hayatlarında neler olduğuna ve bu noktaya nasıl geldiklerine bakamıyorlar. Ben de her zaman insanları PKK'ye katılmaya neyin ittiğini ve orada onları neyin tuttuğunu merak etmiştim. En nihayetinde de, bu insanlar yasadışı bir örgütün üyeleri ve yaptıkları konusunda açıkça konuşamazlar. Bu mantıklı değil.
Avrupa'da kitap üzerine araştırma yaparken, bir gün, PKK tarafından finanse edilen bir Kürt örgütlenmesi için çalışan bir kişiyle karşılaştığımı hatırlıyorum. Bana alışılageldik yalanları –nasıl aslında PKK için çalışmadıklarını, ya da X grubunun nasıl da PKK'den bağımsız olduğunu- anlatıyordu. Ama böyle yapmak zorundaydı, PKK için çalışıyordu. Bense bunları yeniden yayınlamakla ilgilenmiyordum, gerçeği anlatmak istiyordum.
Öcalan'a gelince, Öcalan PKK'nin başında. Amerika'da dediğimiz gibi bu tek kişilik bir gösteri. Dolayısıyla her şeyin başındaysa, sonuçta her şeyden de o sorumlu demektir. O ve onun etrafındakiler gündemi belirliyor, emirleri veriyor ve bazı eylemleri yasaklıyor ya da buna izin veriyorlardı. Ama her şeyin suçlusu o değil ve açıkça söylemem lazım, kitapta kimseyi suçlamıyorum. Kitapta PKK'yi anlatmaya, 1978'de marjinal bir grupken nasıl Türkiye'deki en güçlü Kürt grubu haline geldiğini açıklamaya çalışıyorum. Bu çerçevede de Öcalan'ın oynadığı rolü anlatıyorum. Onun liderliğinin PKK'yi bu kadar güçlü hale getiren etkenlerden biri olduğunu göstermeye çalışıyorum. Ve Öcalan'ın diktatöryel, kendini beğenmiş liderliğinin PKK'nin kendi amaçlarından bazılarını nasıl geri plana ittiğini, sonuçta da örgütün askeri olarak zayıflamasına yol açtığını gösteriyorum.
Öcalan Türkiye getirilmesinin üzerinden 10 yıl geçmesine rağmen PKK sorunun ana aktörlerinden bir olmaya devam ediyor. İsyancıların kendilerini dönüştürebildiği mi düşünüyorsunuz, yoksa kitapta "PKK'nin somut bir amacı kalmadı" diyen eski komutanlarından Hüseyin Topgider haklı mı?
PKK kendini içeriden dönüştüremedi. Öcalan'ın kurduğu organizasyon sanki o hala başındaymış gibi günlük halde sürüyor. Fakat bu PKK'nin şu an ne istediğini bilip bilmediğinden ayrı bir konu. PKK'nin siyasi taleplerini sıkça değiştirdiği doğru. Bunu da Türkiye'yle iletişime geçmek için yaptığını sanıyorum. Şimdiye kadar bu işe yaramadı. PKK'nin görüşleri bence en açık geçen sene DTP'nin açıkladığı demokratik özerklik talebiyle örtüşüyor. Bu önerinin PKK tarafından yazıldığını söylemiyorum ama bunu kabul edeceklerini düşünüyorum.
Son olarak bugün Türkiye'de bu konu üzerine konuşup yazmanın 20 yıl öncesine göre daha kolay olduğunu düşünüyor musunuz?
Kimi açılardan daha kolay. Örneğin benim kitabım 15 yıl önce olsa yayınlanamazdı. Yayınlansa da soluğu yine mahkemede alırdık! Şimdi Milliyet, Sabah gibi gazetelerde –Hürriyet hariç sanırım- tartışılabiliyor. Bu yüzden şimdi daha özgür olduğumuzu düşünüyorum. Güneydoğu'da Kürt yerel yöneticiler görevde, Kürtlerin kültürel kutlamaları düzenlenebiliyor ve en ilginci de devlet Kürtçe televizyon yayınına para ayırıyor. Durum yavaş da olsa değişti. İşin zorluğu, Kürtlerin görüşleri de değişti. Bu yüzden bir zamanlar tam demokratik bir Türkiye'de yaşamaya razı olacak Kürtler Irak Kürdistanının etkisiyle farklı düşünebiliyor bence. Şimdi Türkiyeli Kürtlere bir federasyon fikri daha çekici görünebilir. (EÜ)
* Aliza Marcus, Kan ve İnanç: PKK ve Kürt Hareketi, çev. Ayten Alkan, İletişim Yayınları, 2009, İstanbul, 427 sayfa, 22,5 TL. (Blood and Belief: The PKK and the Kurdish Fight for Independence, NYU Press, 2007.)