Topkapı'da, Suriçi'ndeyim. Edirnekapı Şehitliği'ne gitmek için minibüse binmek üzere durağa iniyorum ve Gaziosmanpaşa'ya giden ilk araca biniyorum.
Güneş gözlüğü takmış şoföre parayı uzatıyorum ve yanındaki koltuğa oturuyorum.
Aracın bilumum yerlerinde Türkiye bayrakları asılı. Gerginlik kaplıyor içimi... Gerekçem, bayraktan ziyade otomatik olarak milliyetçi, muhafazakar, hatta faşist olduğunu öngördüğüm şoförle geçireceğim birkaç dakika.
Arkamdan bir kadın ve iki erkek biniyor araca ve hareket ediyoruz. Birkaç metre geçtikten sonra radyodan Rojin'in "Ay Dıl" isimli Kürtçe uzun havası çalmaya başlıyor. Ve o an şoför çok şaşırdığım bir hareketle radyonun sesini açıyor. Anlamıyorum önce... Hangi radyonun açık olduğunu soruyorum. "Habertürk" diyor.
Şarkı bittikten sonra sunucu kadın, başbakanın dün parti grubunda yaptığı konuşmadan bir bölüm okumaya başlıyor:
"İstiklal Marşı'nı dinlerken hepimizin yüreği kabarmıyor mu? Yemen Türküsü'nü dinlerken hepimizin gözleri yaşarmıyor mu? Fuzuli'nin şiirleri nasıl ruhumuza hitap ediyorsa, Ehmedê Xanî'nin dizeleri de aynı şekilde bizi duygulandırmıyor mu? Neşat Ertaş, 'Gönül Dağı' dediği zaman her birimizin tüyleri ürperiyor.
"Aynı zamanda Şivan Perwer, 'Halepçe', 'Hazal' dediğinde gönül dünyamızın derinliklerine dalıyoruz. Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaşı Veli, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal bu toprakların mayasını yoğururken Cudi'nin, Munzur'un eteklerinde dolaşan dengbejler de aynı topraklara, aynı kardeşlik mayasını atıyor."
Tuhaf ama duygulanıyorum. Sunucu kadın, program konuğunun Rojin olduğunu söyleyerek devam ederken şoför birden benimle sohbete başlıyor:
"Çok geç kalındı çok. Bunların hepsi 10 yıl önce yapılmalıydı. Ama olsun, yine de çok güzel oluyor. 30 yılın her bir anı saçmalıktı."
Ne demem gerektiğini düşünürken devam ediyor: "Hiç etle tırnak birbirinden ayrılır mı? Bunca yıl bu kavga boşa yapıldı. Madem vatan diyoruz, her yer bizim vatanımız değil mi? Diyarbakır'la Edirne'nin ne farkı var birbirinden. Orada yaşayanlar da insan değil mi?"
Söze girecek oluyorum, benim ardımdan minibüse binen adamlardan biri de giriyor söze:
"Kardeşi kardeşe düşürdüler. Bundan beslendiler, para kazandılar, siyaset yaptılar. Ama hiçbiri ateşin düştüğü evleri önemsemedi."
İyice şaşkınım. Konuşmak yerine dinlemeyi tercih ediyorum. Şoför devam ediyor:
"Ben Gürcüyüm. Samsunluyum. Ama elhamdülillah Müslüman'ım. Dilimiz, kimliğimiz farklı olabilir ama hepimiz aynı Allah'a inanmıyor muyuz?"
Diğer adam Siirtli bir Kürt olduğunu belirtip konuşuyor:
"Kimse ne olduğunu gerçekte bilmiyor ki. Neler yaşandığını, acının boyutunu bilmiyor. Cehalet savaşı besledi. Bölge eğitimsiz bırakıldı. İnsanlar buna mecbur edildi."
Minibüsteki tek kadın dalıyor söze: "Ben Arabım." Diğer adam "Ben Türküm" diyor.
Temel fıkrası gibi oluyor minibüs: Bir Gürcü, Bir Kürt, bir Arap, Bir Türk... Kadın devam ediyor:
"Anneyim ben. Çocuğumun tırnağı incinse benim içim yanıyor. Bu konuşanlar Kürt olsun, Türk olsun, Arap olsun, annelerin ne yaşadıklarını biliyor mu?"
Neden bütün kurulan cümleleri anneler üzerinden kuruyoruz, annelik neden bu kadar kutsallaştırılıyor diye kendi kendime sorarken şoför cümleyi sürdürüyor:
"Yalnızca analar değil ki. Babalar, kardeşler, dedeler, nineler... Herkesin acısı bu. İstanbul'dayım, beni Doğuda olanlar ilgilendirmez diyemeyiz. Hakkımız yok buna."
Bu esnada şoför "sözü balla kestim ama Şehitliğe geldik" diyor. "Ben vazgeçtim, son durağa gideceğim. Oradaki işimi halledip, sonra döneceğim buraya" diyorum. "Sevindim, ne güzel sohbet ediyorduk" diyor. Şaşırıyorum. Korkmalı mıyım diye soruyorum. Tabii yine içimden.
Siirtli devam ediyor:
"Yıllarca memleketimi soranlara yalan söyledim. Siirtli olduğumu söylemekten çekiniyordum. İki kişi Kürt sorunu hakkında konuşmaya başladığında 'acaba bana ne diyecekler' diyerek endişeleniyordum. Erdoğan konuştuğundan beri bu korkum azaldı."
Kadın alıyor sözü:
"Onun kadar diğerleri de mantıklı davranıyor ve konuşuyorlar." Diğerlerinin kim olduklarını soruyorum. "DTP" diyor.
"Eskisi gibi değiller. Daha uzlaşmacı, kapı aralayıcı. El uzatıyorlar."
İlk kez sohbete müdahale ediyorum: "Peki CHP ve MHP?"
Şoför yanıtlıyor:
"Ben CHP'ye oy verdim. Ama bin pişmanım. Baykal'ın derdi ne anlayamıyorum. AKP'ye günahımı vermezdim. Ama ilk kez yaptıkları şeyi önemsiyorum. Destekliyorum. Kardeş kavgası isteyene oy vermem bundan sonra."
"Baykal bunları duysa ne derdi" diyerek pis pis gülüyorum. Tabii içimden.
Türk yolcu hiç konuşmuyor. Ama konu Kürt sorunu olunca sessiz kalması bile "bir şey".
Arap kadın, "Çocuklarımı askere nasıl yollarım diye düşünüyordum. Terör hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu. Ama ilk kez biteceğini düşünüyorum" diyor. Siirtli adam "suçlu sadece dağdakiler değildi" diye sürdürüyor:
"Bak Ergenekon'a. Neler yapılmış bu ülkede. Askerler, o hep güvendiğimiz paşalar neler yapmışlar. Bu işi çözecekse halk çözecek. Yani sen, ben, biz."
Eliyle beni gösteriyor. "Gençler yapacak." Minibüsün barış umudu olmama sevinmeli miyim emin olamıyorum. Malum büyük sorumluluk.
Şoför radyodaki Rojin'in canlı söylediği şarkının sesini açıyor. Gaziosmanpaşa'ya geliyoruz. O kadar yol nasıl geçti şaşırıyorum. Arap kadın, "onu bunu bilmem. Bitsin bu savaş" deyip iniyor araçtan. Siirtli durağı kaçırdığını fark ediyor. Hep beraber gülüyoruz. Şoför inerken, "arkadaşlarına anlat. Bak sokaktaki insanlar artık barış istiyorlar" diyor. Gülümsüyorum.
Söyleyecek bir şey bulmak ne zormuş diyorum. Ve minibüsten indiğimde fark ediyorum; yıllarca her yerde savaş isteyenlere car car laf yetiştiren ben barışı konuştuğumuz bir sohbette ne diyeceğimi bilmiyorum.
Hava güneşli, serin bir rüzgar esiyor. Barış savaşmamak değilmiş, konuşabilmekmiş diyorum.(BÇ/EÜ)