*Bu metin Ahmet Güneştekin'in Diyarbakır Sergisi kitabında yer alıyor, bianet için yeniden düzenlendi.
Rüyasını gördüm. Sabah uyanınca parçalı olarak flu da olsa film şeridi gibi akıp geçti rüyanın hikâyesi gözlerimin önünden. Sonra çıktım evden ve rüyanın mekânlarını çocukluğumdan bu yana gezip gördüğüm gibi belki bininci kez bir daha gezdim.
Rüyamda, döne döne gaipten bir ses Gılgamış Destanına gönderme yapıyordu.
Sanki o gizil güç ‘bir de o gözle gör’ diyordu. Gılgamış Destanı’nı çok olmuştu okuyalı. Döndüm eve ve rüyanın ertesi günün akşamı bir daha süzerek okudum destanı, gündüz gezdiğim ve destanın gözüyle bir kez daha gördüğüm mekânları düşleyerek.
Asur Mührü
Gılgamış Destanı, beşbin yıldan fazla bir zaman diliminden önce yaratılmış bir hikâyenin modern zamanlara akan yüzü gibi sanki! Destanın edebi metinlerinin milat öncesi ikibinli yıllarda yazıya dökülmüş olduğu biliniyor. Tarih bu denli eski olsa da destanın metinleri milattan önce yedinci yüzyılda son Asur Kralı Asurbanipal’in kitaplığında bulunur.
Tarihe dikkat çekmek isterim. Sürpriz sayılmamalı. Yakın zamanlarda (Nisan 2020) UNESCO’nun Tarihi ve Kültürel Miras Geçici Listesi’ne dahil edilen Diyarbakır’a çok yakın “Zerzevan Kalesi ve Mithras Tapınağı”nda yine milattan önce yedinci yüzyıla kayıt düşülen avuç içine sığacak büyüklükte bir ‘Asur Mührü’ bulundu.
Mührün bulunduğu yer ile hikâyemize konu olacak olan mekânın arasındaki uzaklık hepi topu 40 kilometre. Ve işin ilginç tarafı şehrin kuzeyinde yaklaşık yirminci kilometresinde yer alan ve bugünlere kalan kadim Roma Yolundan düz bir çizgi çekerek yürüdüğünüzde şehrin Dağkapısından Mardinkapıya, oradan on gözlü köprüye, sonra Zezevan Kalesine, Mardine ve Kadim Roma’nın bir başka kalesi Dara şehrine ulaşırsınız.
Şamaş
Gılgamış Destanı’nın arka planı, gidip dönüp Sümerlere dayanır. İşte, o meşhur ‘tarih Sümer’le başlar’ denilen çağlarda her site devletindeki yerleşkelerde tanrılar için insan eliyle yapılmış tapınaklar vardı. Bu tapınak yapılar; kabartmalar ve mozaiklerle bezeli görkemli yapılardı. Hemen hepsinde dışarıda büyükçe bir avlu ile içeride kutsal bir oda bulunurdu. O tapınakların bir diğer görünür tezahürü de Zigguratlardı.
O Tapınak yapılar yerle gök arasında, tanrıların ölümlülerle konuştuğu bekleme odalarına sahipti. Gılgamış, ziyaretlerine gittiği tanrılarıyla o bekleme odasında görüştükten sonra tapınağın terasına çıkıp ulu Güneş Tanrısı’na yakarıyordu.
Destandaki merhametli ve adil olan Güneş Tanrısı'nın adı Şamaş’tır. Doğu dillerinin hemen tümünde güneşe ‘Şems’ denmesi bundandır. Şamaş-Şems; her şeyi bilen, her şeyi gören, güç durumda kalan ölümlülerin karşılaştıkları zulümlerden, adaletsizliklerden yakındıklarında seslerini duyacaklarına yürekten inandıkları büyük yargıçtı Şamaş.
Yazıtlarda; “Güçsüzler, kısık sesleriyle seni çağırıyor ey Şamaş…” ifadesi boşuna olmamalı! Ve o sebeple coğrafyanın sakinlerinin en eski çağlardan bu yana apak libaslarıyla günde iki kez gün doğar ve batarken yüzlerini güneşe dönüp yakarmalarını unutmamak gerek.
Gılgamış Destanı’ndaki muhteşem ormanın hayal ürünü olmadığını hatırla(t)mak gerek. Kimileri için Suriye’nin kuzeyindeki Amanoslar, ya da İran’ın güneybatısındaki Elam’da bulunan ormanlık alan olabilir. Şu kesin ki; destandaki orman efsunlu ve esrarlı güçlerin barındığı bir orman, ruhun kapkaranlık ormanı.
İster Kuzey Suriye, İster Güneybatı İran, İsterseniz şimdiki Güneydoğu Türkiye olsun yerleşkenin adı! Hikâye dönüp dolaşıp adına Mezopotamya denilen Kürt Coğrafyasına dayanıyor.
Destanın girizgahı gayet nettir: Gılgamış’ın kentin çevresine devasa bir sur ördüğünü, Gökyüzü Tanrısı Anu ile Aşk Tanrıçası İştar’a adanmış Eanna Tapınağını kurduğunu anlatır. Ve sürdürür: “Bugün de bir bakıver o toprağa! Geniş silmenin uzandığı dış duvarın, bakırı andırırcasına parladığını görürsün. İç duvarlara gelince eşsizdir…Kenti çevreleyen Sur’a tırman. Üzerinde yürü, git. Temelin bulunduğu zemine bak. Bir de surların nasıl örülmüş olduklarını gör, haydi…Kentin tamamının üçte biri kent, üçte biri bahçe, üçte biri de Tanrıça İştar’ın bölgesi sayılan Tapınak alanıdır. Tanrıçanın bölgesiyle bir arada bütün bu kesimler kentin tamamını oluşturur…”
Gılgamış Destanı'ndan bunca göndermeyi şu sebeple yaptım. Şehrin güneybatısındaki eski volkanik Karacadağ’ın lavlarının, şehrin güneydoğusundan yılankavi bir edayla kıvrılarak akan kadim Dicle Nehriyle buluştuğu noktada görkemli bazalt bir kayalık kütle oluşur. Zamanın akışı içinde dünya ısınıp da nehrin debisi düşüp sular azalınca nehirle şehrin konumlandığı ara bölgede bir ormanlık alan oluşur. O bağlık, bahçelik ormanlık alana Kadim Kürtçe’de sık ağaçlık anlamına gelen ‘Xoser’ derler.
İşte tam da o noktada sarp bazalt kayalık alanda bugün adına Hewsel Bahçeleri denen bölgeye bakan yerde kenti çepeçevre kuşatan surların en muhkem burçlarından biri Keçi-Kiçi Burcu inşa edilir. Eski bir Güneş Mabedi üzerine inşa edilen burcun girişinin üzerinde bir kanatlı at figürü vardır. Koruyucu bir figür. Sanki Gılgamış Destanındaki ‘Gökyüzü Boğası’ gibi orda, yerinde hep durur.
Kutsal kitaplarda adı geçen dört nehirden biri olan kadim Dicle Nehri eski Asur kaynaklarında “Tanrıya ulaşmada bir yol"dur. Ve suyun kaynağının “dünyanın bittiği yer” olarak ifadesi dikkate alınasıdır.
İşte bütün bu arka plan üzerinden otuzdan fazla kavmin şeceresinden geçtiği şehirde güneş kültüyle bu denli yoğrulu bir mekanlar manzumesinin odağında açılıyor Ahmet Güneştekin’in sergisi.
Kendinizi odaklayın, Gılgamış’la yoldaşı Enkidu’yu düşünün. Sicilden geçen bütün kavimlerin şehirde bıraktığı izlere sırdaş olmayı deneyin. Ve soyadının hakkını vermeye soyunan bir sanatçının sergisiyle mekân ruhu üzerinden bir bağ kurmaya çalışıp kendinizi mekânın terasına atın destandaki bakır rengin taşa dokunuşunun belki bir lir sesinden ahengini gözlerinizi kapayarak düşünedurun…
Gılgamış Destanı'nda dile gelen gibi güçsüzlerin kısık sesleri; size ya sessizlik kulesinden, ya her bir yitik adın herhangi bir mekâna tabela olan kayıp alfabe'nin devasa duvarından ya da koca bir sur duvarını kaplayan insan uçup giden bir kuş değil yüz'lerinden "Hafıza Odası" ben buradayım diyecek! Binler yıldır mazlumların çağrılarına öfkeyle kulaklarını tıkayanlara sanatın olanca gücü ve hep varoluşuyla...(ŞD/EMK)
Not: Ahmet Güneştekin'in covid 19 pandemisi nedeniyle üç kez ertelenen "hafıza odası" sergisi bugün Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odasının ev sahipliğinde, Pilevneli Galeri sunumuyla eski kent surlarının Mardinkapıdaki Keçi Burcu'nda görücüye çıkıyor. İki ay süreyle, 16 Aralık 2021'e kadar sergi gezilebilecek..