Fotoğraf: Derin Yoksulluk Ağı
Seçim yaklaştıkça iktidar daha önce aklından geçirmediği parasal talepleri karşılama telaşına düştü. Muhalefetin de bastırmasıyla ek göstergeler, ücret artışları, borç afları, emeklilik hakları, kadro tahsisleri peş peşe gündeme gelmeye başladı.
Oysa yakın zamana kadar bu taleplerden hiç söz edilmiyor hatta bazıları açıkça reddediliyordu. Tayyip Erdoğan seçimi kazanmak için bunlara ihtiyacı olmadığı kanısındaydı. Daha önceki seçimlerde başarıyla denediği gibi, seçmenleri etkileyecek çeşitli araçları olduğundan emin gibiydi.
Prestij yatırımları işe yarar
Bunların başında seçmenleri büyüleyen gösterişli altyapı yatırımları geliyordu. Aslında bütün azgelişmiş ülkelerde prestij yatırımlarının seçmen üzerinde büyük etkisi olduğu bilinir.
Türkiye’de de uzun süre iktidara geçen politikacılar prestij yatırımları ile gücünü pekiştirdi, bu yatırımlar ile anıldı. “Barajlar kralı” deyince herkes Süleyman Demirel’in kastedildiğini anlardı.
Tayyip Erdoğan da bu tür yatırımlarla seçmenlerini etkilemenin tadını çıkardı. İnşaat sektörü ile büyüme stratejisinin gereği olarak, bir yandan konut yatırımlarına olağanüstü destekler sağlanırken, öte yandan büyük altyapı projeleri devreye sokuldu.
Sonuç başarılıydı. İnsanlar bu yatırımları şaşırtıcı bir coşkuyla karşıladılar. 2016'da açılan Osman Gazi ve Yavuz Sultan Selim köprüleri memleketin kalkınmasının, zenginleşmesinin simgesi gibi algılandı. Birçok kişi hiç işi olmadığı halde köprülerden yerli yersiz geçmeyi, bir de üstüne selfie çekmeyi eğlence haline getirdi.
2018'de açılan İstanbul Havalimanına yönelik teknik eleştiriler kimsenin ilgisini çekmedi. Tesisin büyüklüğüne dair sıralanan rakamlar birçok insanın göğsünün gururla kabarmasına yetti. Hayatı boyunca hiç kullanmadığı ve bundan sonra da kullanmayacağı tesislere coşkuyla sahip çıkan kitleler iktidarı tekrar tekrar destekledi.
Ancak son sıralar bu coşkunun kaybolduğu görülüyor. Mesela 2022 yılında açılan Çanakkale 1915 köprüsü –devasa boyutlarına ilişkin tuhaf simgesel rakamlara rağmen- heyecan yaratmadı. Yöre halkının bile merak edip geçmediği anlaşılıyor. 2019 yılında İstanbul-İzmir arasında 426 kilometre uzunluğunda bir otoyol açıldı. Çok az kişinin haberi oldu.
Bunun sadece anormal geçiş ücretleri ile açıklanabilecek bir hal olduğunu sanmıyorum. O köprüden, yoldan geçmeyecek insanlarda da ciddi bir ilgi meydana gelmedi. Bu yeni durumun sebepleri tartışılabilir fakat prestij yatırımlarının insanları eskisi gibi etkilemediği açık.
Kahramanlığa yatırım daha çok işe yarar
Seçmenleri etkilemenin ikinci sihirli yolu, askeri haberlerle bütün toplumu etkisi altına alacak bir coşku ortamı yaratmaktı. Osmanlı’nın sürekli yüceltildiği bir ortamda insanları Osmanlı’nın devamı olduğuna, Osmanlı’nın ihya edilebileceğine inandırmanın kitleleri nasıl heyecanlandırdığını yaşayarak gördük.
Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılında, cumhuriyet yurttaşları arasında Osmanlı İmparatorluğu’na hayranlık ve özlem duyanların sayısını bilmiyoruz ama çok olduğunu tahmin edebiliriz. Osmanlı ne bilimle, ne sanatla, ne siyasal yapısıyla, ne ekonomik gelişmesiyle öne çıkan bir devlet olduğundan, hayranlık gerekçesi de bunlardan biri olamaz.
Osmanlı devletinin öne çıkan özelliği askeri gücü ve bu güç sayesinde içeride ve dışarıda sağladığı otoritedir. Hayranlık duyulan yanı da söz konusu gücüdür. Zaten Osmanlı da bunu bilir ve “Haşmet Al-i Osman’da” diye övünürdü.
Tayyip Erdoğan bunu bildiği için her türlü sorunu hayati bir problem gibi göstermeyi, her fırsatta güç gösterisi yapmayı bir tarz haline getirdi. Anlaşmazlıkları çözmek için daha ilk cümlelerinde mağrur bir edayla askeri seçenekten söz etti. Askeri açıdan güçlü olduğuna ve bütün sorunların ancak bu şekilde çözülebileceğine halkı inandırması da zor olmadı. Zaten buna inanmaya hazır bir seçmen kitlesi vardı.
Bu strateji de işe yaradı. Suriye’de karışıklıklar başlar başlamaz, ülkede yukarıdan aşağıya bir fetih heyecanı yayıldı. Misak-ı milli haritaları dikkatle incelendi, nerelerin aslında bizim olduğu işaretlendi. İnsanlar önce Halep mi, yoksa Musul mu diye konuşmaya başladı.
Televizyonlarda emekli paşalar haritalar üzerinde harekat yorumları yaptılar. Suriye’nin kuzeyindeki bütün kasabaların adını öğrendik. Rusya’nın uçağı düşürüldüğünde heyecan doruktaydı. Sanki memleket yüz yıldır bugünler için hazırlanıyordu.
Erdoğan bu stratejiyi de hala umutla sürdürmeye çalışıyor ama artık -pek sevdikleri ifadeyle- savaşı “satın alan” kalmadı. ABD ile Rusya’dan fetih izni koparılamadığının herkes farkında. Bir zamanlar iki askeri uçağın it dalaşı bile heyecan yaratırdı. Artık ne Yunanistan ile laf yarıştırmalar, ne Oniki Ada’ya dair imalı cümleler ilgi çekiyor.
Cumhurbaşkanı Atina’yı vurmaktan bile söz ediyor ama ne çocukça isimler verilen modern silah sistemleri, ne de gümbür gümbür mehter marşları tüyleri ürpertiyor. Artık kimse portakal bıçaklamıyor, kravat yakmıyor.
Meğer biz yoksulmuşuz
Çünkü artık insanlar yoksul düştüğünün farkına vardı. Aslında eskiden de yoksuldular ama bunu fark etmeleri biraz zaman aldı. Bu süreci açıklamak için Türkiye’nin yoksulluk koşullarının dünyanın öteki ülkeleri ile kıyaslamasına kısaca göz atmak gerekiyor.
Türkiye’de gelir dağılımı her zaman bozuktu. TÜİK’in verilerine göre gelir dağılımı son yıllarda bozulmadı, eskisi gibi devam etti. Ülkede gelir dağılımındaki adaletsizliği gösteren Gini katsayısı her yıl aşağı yukarı 0,40-0,41 civarında hesaplanıyor. Bu katsayı Avrupa Birliği ortalamasında 0,30. Komşumuz Yunanistan’da 0,33. Hindistan ve Rusya’da bile 0,36, Çin’de 0,38.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) verilerine göre, Türkiye’de nüfusun en yüksek gelire sahip yüzde 1’i, toplam gelirin yüzde 23’ünü kazanıyor.
Bu rakam Türkiye’nin dünyadaki en adaletsiz ülkelerden biri olduğunu gösteriyor. Nüfusun yüzde 1’inin toplam gelirden aldığı pay Batı Avrupa ülkelerinde yüzde 8-12 arasında değişiyor. Yunanistan’da ve Bulgaristan’da yüzde 13, Çin’de yüzde 14, Rusya’da yüzde 23. Suudi Arabistan ve Kuveyt’te bile Türkiye’den iyi, yüzde 20.
Türkiye yıllardır bu adaletsizlikle yaşıyor. Halkımız bu duruma alışkın, belki daha da yaşayabilirdi. Fakat böyle adaletsiz bir yapı ancak sürekli büyümeyle varlığını sürdürebilir.
İnsanlar ekonomi büyürken yoksulluğunu hissetmeyebilir, durumu idare ettiklerini hatta düzeltebileceklerini umut edebilirler. Gelir düzeyi yüksekse, gelir dağılımının bozukluğuna katlanılabilir. Gelir dağılımı dengeliyse, düşük gelir düzeyine katlanılabilir. Ama ikisi de yoksa, avunacak bir şey kalmaz.
Bu yüzden yerleşik iktisadın, neo liberal politikaların en öncelikli konusu büyümedir. Toplumda adaleti sağlayacak, insanların yaşamını kolaylaştıracak politikaları öngörmedikleri için, her şeyin büyüme ile zaman içince çözüme kavuşacağını varsayarlar.
Büyüme gerçekten de bir süre tatmin sağlar fakat sürekli büyümenin –ilkesel olarak yanlışlığı bir yana- pratik geçerliliği de yoktur.
Yaşadığımız günlerde de böyle oldu. Türkiye’de kişi başına gelir 11 bin dolar dolaylarına kadar uzanmışken, on yıl içinde 9 bin doların da altına düştü.
Ortalama bir Türkiye vatandaşı, ortalama Çinli’den de daha yoksul oldu. Hatta 11 bin dolarlık dünya ortalamasından da daha yoksul olduk. Bu esnada Avrupa Birliği ortalaması 35 bin, Kıbrıs 30 bin, Yunanistan 20 bin, Bulgaristan 12 bin dolar gelire sahip oldu.
Kişi başına ortalama gelir belli bir düzeyde olduğunda, insanlar gelir dağılımındaki bozukluğa tahammül edebiliyorlar. Fakat bir noktadan sonra yoksulluk hissedilmeye başlıyor. Türkiye gibi bazı ülkelerde bu biraz geç oluyor. Bu yüzden iktidar her ne pahasına olursa olsun büyüme peşinde ama artık çok geç.
Herkes yoksul olduğunu fark etti, daha da yoksullaşma korkusu içinde. Ne gösterişli yatırımlara bakıyor ne de askeri gösterilere. Padişah dizilerini bile eskisi gibi izlemiyor.
(BD/EMK)