*Temsili fotoğraf: Shvets/ Pexels.
Sıcak bir ağustos sabahıydı. Devlet hastanesinde bazı tahlilleri yapmak üzere evimden çıkmıştım; dakikalar sonra yaşanacaklardan, o günü ve beraberindeki günleri nerede, ne şekilde geçireceğimden bihaberdim.
Hastaneye girdim. Beni tahlile gönderecek olan Dermatoloji polikliniğini bulup, kapısında beklemeye başladım. Öğlen paydosu girmeden işimi halledip eve dönecektim.
Ne var ki, benim yaptığım planın dışında bir plan vardı.
Doktorun kapısında, bir an alnıma bir ağrı yapıştı. Ayakta durmakta güçlük çekiyordum.
Karşısında zor durabildiğim cildiye doktoru Nükte Şenocak, beni tahlile gönderdi. Ben de, tahlilleri yapmadan evvel, hastanenin karşısındaki cafe'de bir şeyler atıştırayım dedim. Zira o an yaşadığım tuhaflığı, karnımın aç olmasına bağlıyordum.
Tuhaflık kafede de sürüyordu.
Gözlerimin kenarına sis perdesi inmiş, sağım ve solumdaki insanları, cisimleri ancak yüzümü çevirdiğimde görebiliyordum. Su böreğinden bir parçacık yiyebilip, cafe'nin garsonu olan kızın, vaziyetimi anlatmam üzerine verdiği tuzlu ayranı içtim.
Durumumda bir değişiklik yoktu. Bu böyle olmayacaktı. Annemi aradım. Hemen, hastanenin ccil servisine gitmemi söyledi. O an, yapılabilecek en doğru şey de buydu.
Acil'e gittim. Girişteki sağlık personeli kadın, tansiyonumu ve şekerimi ölçtü. İkisi de normaldi...
Baş ağrısını ve gözlerimdeki durumu, mide bulantısı izlemişti. O ara, gözümü kestirdiğim bir çöp kutusunun önünde eğilip istifra ettim.
Bana ne oluyordu?
Acildeki genç kadın doktora şikayetimi anlattığımda, beni öncelikli olarak tomografiye gönderdi.
Güçlükle tomografiye vardım. Burası, yaşadığım ve kimsenin yaşamamasını Allah'tan niyaz ettiğim rahatsızlığı tespit edecek yerdi.
Kendimi hiç bu kadar biçare, hiç bu kadar kötü durumda hissetmemiştim. Tomografiyi çekip müşahede salonuna döndüm ve bir sedyeye kuruldum.
Hayatımda defalarca tomografiye girmiştim, hiçbirinden kötü bir sonuç çıkmamıştı. Ama bu kez durum farklıydı.
Biraz sonra doktorun iki dudağı arasından acı gerçek açığa çıkacaktı.
O gerçek, 'beyin kanaması' idi.
Acil'deki doktor, elindeki telefonun fenerini gözlerime tuttu. Herhalde bilincimin yerinde olup olmadığını kontrol ediyordu. Bilincim yerindeydi ama moralim ne durumdaydı?
Doktor, uzman nöroloji doktorunun birazdan buraya geleceğini bildirdi.
Uzman Nöroloji doktoru, çok geçmeden karşımda belirdi. Gencecik, orta boylu bir adam... Adı, Zafer Özkan...
Bana, yaşadığım şeyin riskli bir şey olduğunu, onun kontrolünde olduğumu ve yoğun bakıma alınacağımı söyledi.
Durumu anneme iletmeliydim. Anlatırken gözyaşlarımı tutamamıştım.
Sırt üstü uzandığım sedyede, oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi ağlıyordum. Beynimde akan kandan çok daha fazla gözümden yaş akıyordu.Peki niçin ağlıyordum? Şaşkınlıktan mı? Korkudan mı?
Bir 'güç' beni, o gün, o saatte hastaneye götürmüştü. Bu, iyi bir şeye alametti. Allah demek ki beni, tıpkı benim O'nu sevdiğim gibi seviyordu ve bu, benim için büyük bir şerefti.
Kulaklarım işitiyor muydu?
Sedyemin etrafı yakınlarımla doldu taştı. Duyan gelmişti. Bu kalabalık, "Yalnız değilsin, yanındayız!" manasına geliyordu. Beni teselli etmeye çalışıyorlardı. Peki, kulaklarım teselli mahiyetindeki tümceleri işitiyor muydu?
Elbette ki, işitmiyordu. İşitemezdi. Teselli etmeye matuf söylenmiş hiçbir kelam, biraz evvel doktorun yüzüme tokat gibi vurduğu 'beyninde kanama var' gerçeğinin üstünü örtemiyordu.
Kulaklarımın duyduğu gerçek, beni her şeyden ve herkesten uzak, ıssız bir yere götürmüş ve orada, bir acı gerçekle yaşıyor gibiydim.
Bu beyin bana, yıllardır yazı yazdıran, bana o güzel cümleleri yazdıran organdı. Yıllardır çok yorduğum bu organ, şimdi bana küçük bir ceza mı kesiyordu?
Tahlil yapmak için geldiğim hastanede, çok ağır sonuçları olabilen, duyanları korkutan bir şey yaşıyordum ve apar topar yoğun bakıma alınacaktım.
Yoğun bakım mı? Yahu ben, elimde kıytırık bir kağıtla tahlil yapmak üzere evimden çıkıp hastaneye gelmiştim; yoğun bakımda ne işim vardı?
Durum, sadece evdeki hesabın çarşıya uymaması değil; eve sağ salim dönmemek gibi bir ihtimali de ihtiva ediyordu.
'Kader' diye bir şey vardı. Kaderime ram olmak zorundaydım. Karşı gelemezdim.
Birazdan yoğun bakıma alınacak bir hastanın yüzünde güneş mi açardı, yoksa soğuk rüzgarlar mı eserdi?
Korona testim yapıldı; sonuç negatifti. İdrar torbası takıldı. Ve yoğun bakıma alınmak üzere, iki hemşirenin tuttuğu sedyeyle müşahede salonundan ayrıldım.
Yoğun bakım...
Orada, ne bana ait bir kalem, ne de kitaplarım vardı. Ve oraya girenlerin bir kısmının, üzerlerine beyaz örtüler örtülmüş şekilde cansız bedenlerinin çıktığı da, herkesin bildiği bir gerçekti.
Yoğun bakıma girerken, kapılar birbiri ardına kapanıyordu. Yakınlarımın yüzlerine son kez olsun bakamıyordum. Artık onlarla arama, birkaç kapı ve onlarca adımlık mesafe girmişti.
Artık başka ellerdeydim. Burası, ölüme yakın soğuk bir yerdi. Başımda, daha evvel hiç yüzlerini görmediğim, tıpkı annem gibi önüme yemek koyan, benimle alakalanan hemşireler...
Ne kimseye ulaşma imkanım var, ne de kimsenin bana ulaşma imkanı...
Yoğun bakımdayken, kuşların sesini duyamıyorsun. Gökyüzünü göremiyorsun. Güneşin doğuşunu göremiyorsun. Gece ile gündüzü fark edemiyorsun...
Kimileyin monitörlerden biri öttüğünde, hemşireye dönüp evhamlı bakışlarla "Benim monitörümden mi ses geliyor?" diye soruyordum. Çünkü biliyordum ki, monitör, bir sorun olduğunda ötüyordu.
Arada bir de saati soruyordum hemşirelere... "Zaman, bir çocuğun kanı gibi aktı" demişti Nazım. Ama yoğun bakımda öyle değildi, akmıyordu.
Vaveyla atsan nafile idi.
Ağlasan nafile idi.
Mukadderatında ne yazılmışsa, o olacaktı.
Serumun ne işi vardı?
Yoğun bakımda, karşımda üç hasta vardı. Tam karşımda, hiç uyanık görmediğim İsmet Amca... Onun yanında, arada bir çektiği acıyı bağırarak dışa vuran böbrek hastası bir amca... Onun yanında ise, Naciye Uysal isimli yaşlı bir teyze.
Hepimizin başında, üzerinde çizgilerin ve rakamların olduğu monitör... Atlet hariç, üzerimdeki her şeyi çıkardılar. Bir de, tıpkı diğer yoğun bakım hastalarına yaptıkları gibi, altıma bez bağladılar.
Altımda bez, üstümde atletimle, beyaz bir pikenin altında sırt üstü uzanmıştım. Bir kolumda tansiyon aleti, diğer kolumda serum, parmağımda nabız ölçer, göğsümde ise bir takım şeyler...
İlk dakikalarda burnuma tıkıştırdıkları oksijen hortumunu ise, lüzum duymadıkları için çıkarıverdiler.
Yahu ben, sadece ve sadece tahlil yapmak için bu hastaneye gelmiştim. Bu idrar torbasının, bu bezin, bu serumun benim bedenimde ne işi vardı?
Yoğun bakıma girer girmez, o gün nöbetçi olan uzman doktor Barış Bey, "Hasta popülasyonu moralini bozmasın" demişti bana... Ağır hastaların arasında kendimi kötü hissetmemen için yapılmış naif bir uyarı idi bu... Barış Bey, yoğun bakımda arada bir görünüyordu...
İlk gün, İsmet Amca'nın kızı ziyarete geldi. Lakin ne acı ki, İsmet Amca kızıyla konuşamıyordu. Kızının 'babacığım' seslenişi, yanıtsız kalıyordu. Sanki gözleri yarıya kadar açıktı İsmet Amca'nın. Yemek de yemiyordu.
İsmet amca, Yalova Devlet Hastanesi'nin yoğun bakımının bir köşesinde, monitöre bağlı bir şekilde öylece yatıyordu. Belki birkaç gün sonra, bir sabah vakti sessizce ölecekti.
Arada bir İsmet Amca'ya bakardım. Onda, hiçbir farklılık gözlemiyordum. Sanki hiç kıpırdamıyordu...
İsmet Amca'nın yanındaki böbrek hastası amca, arada bir diyalize götürülüp getiriliyordu. Naciye Teyze ise, uyanık olan tek kişi idi.
Dokuz çocuk dünyaya getirmiş, yedisini kaybetmişti.
Kimsenin kendisine bakmadığından yakınıyor, "Beni eve göndermeyin, servise çıkarın, en azından orada hemşireler bakar" diyordu. Yaşlı bir kadının, kimsenin kendisine bakmayacağından ötürü hastanede kalmak istemesi, ne acı bir şeydi?
Naciye Teyze bana, karnımın doyması için hemşirelerden ikinci ekmeği istememi öneriyordu. Ben ise birinci ekmeği zor bitirebiliyordum. Burası Nusret'in lokantası değildi; hastaneydi ve yemeklerin çok güzel olmasını beklemek, saflık olurdu.
Yine aynı gün, Naciye Teyze'nin torunu geldi ziyarete... Ona şeftali getirmişti. Çocuğun akli dengesi pek yerinde değilmiş. Sonra ki gün de, elinde hemşirelere getirdiği domates ve biber dolusu poşetlerle kızı gelmişti.
Hemşire ve sis bulutu
Yoğun bakımdaki ilk günün gecesinde, karnımda bir açlık hissi oluştu. Zira gün içerisinde gelen yemeklerden çok az yiyebilmiştim. Hemşireye durumu arz edince, "Bir şeyler ayarlayalım" dedi ve bana iki erik ve bir küçük süt getirdi. Ne iyi insan...
Bir edebiyat dergisinde yazdığımı öğrenince, eşinin de edebiyat öğretmeni olduğunu söyleme gereği duydu...
Yoğun bakımın temizlik personeli olan kadın da, kendisine dün bir taliplinin geldiğini Naciye Teyze'yle sohbet ederken belirtme ihtiyacı duymuştu.
Temizlik personeli, taliplisini reddetmişti. "Annemle babamla mutluyum ben!" diyordu. Acaba evlilik müessesesine mi sıcak bakmıyordu?
Yoksa, şu ana kadar kendisine talip olan beyfendileri mi beğenmemişti?
Canımın derdine düştüğüm o anlarda, bu konuya ne kadar kafa yorabilirdim?
Yoğun bakımda, ara ara dua ediyor ve tıpkı Acil'deki gibi ağlıyordum. Sık sık da, sol gözümü test ediyordum. Karşıya bakarken, sol köşede oturan hemşirenin üzerini bir sis bulutu kaplıyordu, onu göremiyordum.
Yoğun bakımdaki ikinci günümün gecesinde, gündüz yine çok az yiyebildiğim için, acıkmıştım. "Yoğurt var mı?" diye sordum hemşireye... Yoğurt yoktu.
Ama, Naciye Teyze'nin kızının getirdiği biberden vardı. Hemşire biber getirdi bana...
Bibere attığım son ısırıklarda bir acılık hissettim.
Karşımdaki böbrek hastasının çektiği acı karşısında, benim yediğim biberin acısı neydi ki? Halime binlerce kez şükretmeliydim...
Yine o gece, nöbetçi uzman doktor Barış Bey'den istirham ettim: Annemle konuşabilir miyim?..
Temizlik görevlisi taliplisini reddetmişti ama, Barış Bey benim bu talebimi reddetmemişti. Onun sayesinde, anneme ulaşma imkanı bulmuştum. Hemşire annemi aradı ve telefonu bana verdi.
Bir kural vardı ve onu masum bir gerekçe ile çiğnemiştik. Hüzne boğulmuş annemin sesini duymuştum.
Yarın servise alınabileceğimi söyledim ona... En azından, yoğun bakımın tel örgülerini aşıp, birkaç dakikalığına özgür olmuştum. Kuş, kısa bir süreliğine kafesten çıkmıştı.
İlk gün hiç uyumamıştım. İnsan nasıl uyur ki? Uyku problemi yaşadığımı söylediğim doktorum Zafer Özkan, hemşirelere, bana hap vermelerini söyledi. Hapın etkisiyle salı akşamı biraz olsun uyuyabilmiştim.
"Doktorun yorumlar..."
Çarşamba sabahı olmuştu. Yoğun bakımda iki günü doldurmuştuk. Her gün, sabah-akşam olmak üzere iki kez beni kontrole gelen doktorum, çarşamba sabahı geldiğinde bir tomografi daha çekilmesini istedi. Doktor nihai durumu görmek istemişti.
Servise çıkıp çıkmayacağıma karar verecekti. Tedirgindim. "Ya beynimdeki kanamada artış olmuşsa?" gibi kötü bir ihtimal, zihnimi bir fare gibi kemiriyordu.
Tomografiye girdim. Çıkarken tomografiyi çeken kişinin yüz ifadelerinden, durumum hakkında fikir sahibi olmaya çalışıyordum. Asansöre bindik. Hemşireye ''Tomografide kötü bir şey var mıydı?'' diye sordum.
"Düşme mi var?" dedi, "Hayır" dedim... Bir yerden düştüğüm için beynim kanamamıştı ama, beynim kanadığı için bir hastanenin yoğun bakımına düşmüştüm. Tomografiyle ilgili yorum yapmayan hemşire, "Doktorun yorumlar" mealinde bir şey dedi.
Yoğun bakıma döndük. Kısa bir müddet sonra, hemşirelerden birine telefon geldi. Telefonun diğer ucundaki doktorum, servise çıkarılabileceğimi söylüyordu hemşireye.... Demek ki, beynimdeki kanamada bir artış yoktu. Gönlüme bir nebze olsun huzur serpildi.
Hemşire, servise çıkarılacağımdan haberdar etti annemi... Annem telefonda çok heyecanlanmış. Nasıl heyecanlanmasın ki?
Hastanelerden hep güzel haberler gelmiyordu ki... Belki de hemşire telefonda, "Oğlunuzu kaybettik!" diyecekti. Ailemin tek çocuğu idim. Bana bir şey olsa, annemle babam ne yaparlardı? Bu acının yükünü, annemle babam kaldırabilir miydi?
İki gün misafir olduğum, bu süreçte tansiyonumun ve diğer her şeyin normal seyrettiği yoğun bakımdan, gönlü biraz olsun rahatlamış bir hasta olarak çıkıyordum.
Benim servise alındığım gün, Naciye Teyze'yi de servise aldılar. Benden boşalan yere ise, bir entübe hastanın geleceği, bir gün evvelden ayarlanmıştı.
Yoğun bakımdan çıkarken, sedyemi tutan sağlık çalışanlarından biri, hasta yatağındaki oğlunu gösterdi bana...10 yaşlarındaki oğlu, top oynarken boynunu kırmış ve ameliyat olmuştu. Annesi memleketteymiş.
Zavallı çocukcağızın ilk gün çok ağrıları olmuş. İnşallah tez vakitte iyileşir ve koşup oynar güzelim yavrucak...
Çocukların yeri; hastane değildi, ameliyathane değildi. Sokaklardı, parklardı, yemyeşil çimenliklerdi... Onlara 'narkoz' değil, pamuk şekeri verilmeliydi.
Yoğun bakımın kapısında; annemi, babamı ve iki kuzenimi gördüm. Psikiyatri bölümündeki, 1313 numaralı odaya götürdüler beni.
Odadaki komşum, Necati Amca idi. Eşi de (Ayten) refakatçisi di. Damarında pıhtılaşma olmuş Necati Amca'nın... Kendi hallerinde insanlardı...
Doktorun "korktuğu"
Servisteyken, telefonlar geliyordu. Benim için gözyaşı döken, dua eden, kaygılanan insanların seslerini duyuyor, moral buluyordum.
Doktorum her gün, yine sabah-akşam olmak üzere kontrole geliyordu servise... Bir gelişinde doktora, görme durumumun mehter marşı gibi iki ileri bir geri olduğunu söyledim. O da, benzetmenin doğru olduğunu söyledi. Bu süreçler böyleymiş...
Yanındaki hemşire de, 'mehter marşı' benzetmesine maskesinin altından gülüyordu. Bir hastane köşesinde, her şeye rağmen gülecek bir şeyler bulunabiliyordu.
Biz o an gülümserken, İsmet Amca kim bilir ne rüyalar görüyor, ne acılar çekiyordu.
Doktorum bana 'şanslısın' dedi. Annemle kuzenime de, "Korktuğumuz gibi olmadı" demiş... Peki, doktorun korktuğu neydi? Ölüm mü?
Cahit Sıtkı'nın "Uyudun uyanamadın olacak..." dediği ölüm.
Uyuyup, uyanamamak...
Günlerden salı idi.. Doktorumdan reçeteyi ve uyarılarını alıp taburcu oldum. Kafamdaki bazı istifhamları da kendisiyle paylaşmış, yanıtlarımı almıştım.
Yalova Devlet Hastanesi'nden ayrılıp, Çınarcık'a doğru yol aldık.
Artık İsmet Amca'dan giderek uzaklaşıyordum.
Artık İsmet Amca, bana, ölümden daha mı uzaktı?
Çınarcık'a girdiğimde, sanki burayı ilk defa görüyormuşum gibi garip bir hisse kapıldım.
Sanki Çınarcık'a yabancı biriydim.
Burası benim, gözlerimi açtığım yerdi. Ben bu kentin sokaklarında koşarak, terleyerek, düşerek büyümüştüm. 30 yıldır buradaydım. Nasıl olur da bu kenti tanımazdım? Nasıl olur da, bu kenti tanımayarak ona ihanet ederdim?
Ne ben eski bendim, ne de Çınarcık sekiz gün evvel terk ettiğim Çınarcık'tı...
Vali Akı Caddesi'nde ilerlerken, etrafıma bakınıyordum. Gözlerimde biraz sis, sol kolumda iğne izleri, kafamda ise bir sürü düşünce...
Neyse ki, zamanla her şeyin düzeleceğine, normalleşeceğine dair güçlü bir umudum vardı.
Bu umudu korumak zorundaydım.
Umut; Esaretin Bedeli filminde, Andy Dufresne'nin dediği gibi, "İyi bir şeydi" ve "İyi şeyler asla ölmeyecekti."
(SA/PT)