Fotoğraf: AA
Yıkıntıların altında kaldı insanlar…
Kimisi öldü, kimisi yaralarındı.
Enkaz altında saatlerce bağırdılar, duyan olmadı. Yetişen olmadı.
Ateş, düştüğü yerleri cayır cayır yaktı.
Cenazeler sokak köşelerindeydi.
Bir cansız beden kefene sarılmış, motorla götürülüyordu.
Bir anne, evladına siper olarak onu ölmekten kurtarmış, ne acı ki, kendisi rahmetli olmuştu.
Bir baba, ölü evladının elini tutarak öylece bekliyordu enkaz alanında…
Enkaz altından büyük gayretlerle çıkarılan bedenler; alkışlar, tekbir sesleri ve sevinç gözyaşları eşliğinde, sedyeyle elden ele ambulansa ulaştırılıyordu.
Çinli, Yunanlı, Meksikalı (…); birçok milletten arama kurtarma görevlisi deprem bölgesindeydi. Çinli bir görevli, belki de adını bile daha önce hiç duymadığı bir şehirde, bir çocuğun hayatını kurtarıyordu.
Enkazdan ölü kokusunun geldiği söyleniyordu. Dozer ve vinç sesleriyle, enkazda yakınları olanların ağlama sesleri, haykırışları birbirine karışıyordu muhtemelen.
Soğuk havada, yakılan ateşin etrafında yuvarlak oluşturmuş insanlar görüyorduk ekranda… Dua ederek bekleyen umutlu insanlar… Aletlerle, dikkatli bir şekilde yaşam emaresi arayan arama kurtarma görevlileri… Ve onların, tüylerimizi diken diken eden “Sesimi duyan var mı?” seslenişleri…
Enkaz altında olmayan depremzedelerin durumu da pek iç açıcı değildi. Bilhassa da ilk birkaç gün, devletin kurtarıcı ve şefkatli yüzü ortalıkta görünmemişti.
Ne üzerlerinde battaniye veya mont, ne başlarını sokabilecekleri çadır, ne ihtiyaçlarını giderebilecekleri tuvalet, ne kursaklarından geçirecekleri bir lokma ekmek, ne içebilecekleri bir yudum su vardı insanların…
Elektrik de yoktu. Jeneratör de yoktu. Hijyen malzemesi de yoktu…
Dükkanlardaki malları, binalardaki eşyaları ‘yağmacılara’ karşı koruyacak bir güvenlik mensubu da yoktu.
Ezcümle, devlet yoktu.
Birkaç gün sonra devlet yüzünü göstermeye başladı. Ama bu birkaç gün, enkaz altındakiler için hayati derecede önemliydi.
Belki de devlet, daha erken, daha çabuk deprem bölgesinde olsaydı, çoğu can yitip gitmeyecekti.
İktidar temsilcilerinin göğüslerini gere gere anlattıkları hastaneler, yollar ‘kullanılamaz’ hale gelmişti. Deprem, iktidarın siyaset sahnesinde kullandığı malzemelerde de hasara yol açmıştı.
Mitinglerinde ‘Bugün bir başka güzelsin’ diye seslendikleri, şaha kaldırdıklarını anlattıkları şehirler, savaş dönemindeki Halep’ten, Kobani’den farksız hale gelmişti.
Dayanıksız ve denetimsiz kalan binalar çökmüş, Erdoğan’ın tesis üzerine tesis açtığı şehirler, tıpkı enkazdan çıkan bazı yüzler gibi ‘tanınmaz hale’ gelmişti.
Neyse ki, vicdanlı, merhametli insanlar vardı. Gönüllü kuruluşlar vardı. Büyük bir dayanışma ruhu vardı. Tırlar dolusu yardım malzemeleri o yıkık dökük şehirlerdeki depremzedelere ulaştı.
İzmit’ten giden bir yardım tırının üzerinde, “Sizi en iyi biz anlarız!” yazısı vardı. Öyle ya; Maraşlıların, Hataylıların, Adıyamanlıların, Malatyalıların, Diyarbakırlıların, Adanalıların (…) 6 Şubat ve sonrasında yaşadıklarını, İzmitliler yaklaşık 24 yıl evvel yaşamıştı.
Biz de yaşamıştık. Sekiz yaşındaydım. Deprem anını ve sonrasını biraz olsun hatırlıyorum. Halen yaşamakta olduğumuz Yalova’nın Çınarcık ilçesindeydik. Yatak odamızdaki gardrop bir o yana bir bu yana gidiyordu. Annem ve babamla sokağa kendimizi attığımızda, zifiri bir karanlığın içinde ve bağrışan, kaçışan insanların arasında kendimizi bulmuştuk.
Sahilde, battaniye altında korku içinde sabahlamıştık. Biz sahildeyken bile depremler oluyordu.
Oturduğumuz Nilis Apartmanı’nda ciddi bir hasar oluşmamıştı. İlçemizde Veli Göçer’in yaptığı binalar ise yıkılmıştı. İnsanlar enkaz altında can vermişti. Kamyonlarla yardımların geldiğini hatırlıyorum.
99 felaketinden bu yana Türkiye’nin ‘depreme hazırlık’ bakımından bir arpa boyu mesafe kat edememiş olması, anlaşılması oldukça güç, sinir bozucu ve hazin bir gerçek.
‘Bizi kıskanan’ batılı bir ülkede, bu çapta bir felaket yaşansaydı ne olurdu? Peş peşe istifalar gelirdi. Belki hükümet düşerdi. Bütün sorumlular yargı önünde hesap verirdi. Ve ülkede bir daha böyle bir felaketin yaşanmaması için alınması gereken tüm önlemler, yapılması gereken tüm reformlar ivedilikle hayata geçirildi…
Türkiye toplumunun yarısından fazlası, ülkenin iyi yönetilmediğini düşünüyor. Deprem felaketi, inanılmaz kötü; sağduyudan, vicdandan ve bilimden inanılmaz derecede uzak bir yönetimin iktidarda olduğu gerçeğini daha da açıklığa kavuşturan bir hadise oldu.
Müteahhitlerini olağanüstü zenginleştiren, çürük binalar yıkılıp insanlar ölünce ‘kader’ diyen, on binlerce ölüm karşısında sorumluluk üstlenmeyen, felaket sürecinde sosyal medyaya kısıtlama getirmekten üniversitelerin kapatılmasına ve OHAL’e kadar bir dizi tuhaf işe imza atan Erdoğan’ın iktidarına;
Ahbap ve Babala gibi platformlara, depremin açtığı yaraları iyileştirmeye çalışan bu gönüllü oluşumlara ‘akbaba’ diyen, hakaret etmek dışında hiçbir yetisi olmayan Devlet Bahçeli ortaklık yapıyor…
Mucize eseri kurtarılan o bebeklerin, enkazın altından, karanlığın içinden günler sonra sağ olarak çıkan o küçük bedenlerin güzel bir Türkiye’de, felaketsiz ve kedersiz bir Türkiye’de yaşaması dileğiyle… (SA/AS)