Ben çocukken TRT’de “Logan’ın Kaçışı” dizisi yayınlanırdı. 2300 küsur yılında geçen bu dizide insanlar 30 yaşına kadar gençlik, mutluluk ve zevk içinde bir hayat sürüyordu. Tam 30 yaşına bastıkları gün “Atlıkarınca Töreni” denilen bir törenle hayatlarına son veriliyordu.
Daire şeklinde sıralanmış beyaz pelerinli insanların görüntüsü hâlâ hatırımda. Dizinin esas oğlanı Logan, işte bu törenden kaçmak isteyenleri yakalamakla, yani ölümden kaçanları durdurmakla görevli iken kendisi sistemden firar eden biriydi.
Bilimkurgu ve distopya türüyle ilk karşılaşmam, büyülenmiş gibi izlerdim. 30 yaş büyük yaş diye düşündüğümü hatırlıyorum. O kadar küçüktüm ki insan 30 yaşına kadar yaşasa yeter gibi geliyordu o zamanlar.
Çocuklukla aram iyi değildi, tüm gücümle kurtulmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Onyedi dergisi alarak büyümeye çalıştığım, ergenliği atlayıp bir an önce yetişkin olmak istediğim yıllar. İlkokuldan sonrası üniversiteye kadar yatılı okul zaten.
Flaubert Bir Delinin Anıları’nda “Yatılı okulu tanıyan, 12 yaşında yaşama dair hemen her şeyi tanır” der. Şimdi gülümseyerek hatırladığım yüzlerce gençlik acısı.
Bu yaşımdan bakınca o zamanlar geleceğe güven duyduğumu anlıyorum. Mesela, Bob Geldof’un düzenlediği, yaklaşık 200 milyon insanın canlı yayında izlediği Live Aid Konseri sırasında 16 yaşındaydım ve kesinlikle Afrika’daki açlığa son verdiğimizi düşünüyordum. Konseri takip eden yıllarda, toplanan paraların bir kısmının Etiyopya diktatörü Mengistu Haile Mariam tarafından silah satın almak için harcandığı iddiaları ayyuka çıktıysa da bu iddialardan uzun bir süre hiçbirimizin haberi olmadı.
Genç olmanın naifliğinin serin bir yaz gecesinde üzerimize örtülen pamuklu pike kadar şefkatli olduğu yıllar.
Irak “Çöl Fırtınası Harekâtı” ismini verdiği askeri bir operasyonla Kuveyt’i işgal ettiğinde üniversitedeydim; ilk defa televizyonda “naklen yayınlanan” bir savaşa şahit oluyordum. Aynı dönemde özel TV’ler ve radyolar başlamıştı, canlı savaş görüntülerinden arda kalan zamanlarda spikerler ekranda para dağıtıyordu. Savaşın dehşeti ile zengin olmanın şehvetinin birbirine karıştığı zamanlar.
El Kaide teröristleri uçak kaçırıp New York’un simge gökdelenlerinden İkiz Kulelere çarptığında artık iş güç sahibiydim.
Bu saldırının yetmiş yedi ülkeden üç bine yakın insanın ölümüyle sonuçlanmasına kahrolmuştum ama henüz bu olayın dünya tarihi açısından neyin başlangıcı olacağına dair bir fikre sahip değildim.
Hafızasızın önde gideni olarak neleri hatırlamadığımdan çok “neleri hatırladığıma” şaşırıyorum bazen.
Bugün, yani yaşlı olmak için genç, genç olmak için yaşlı olduğum ellili yaşlarda[1] yaşlanmak hakkında yazmak zor.
Artık gençlik ve yaşlılık kavramlarına ait kategoriler iç içe geçti; o yüzden, bu kavramlar sadece kronolojik değil aynı zamanda toplumsal ve kültüreldir deyip ilerlemeyi öneriyorum.
Kuşakların[2] düşünme biçimleri ve davranışları değişiktir. Dönemin ruhu insanlarda ortak bir bilinç, kolektif algılama ve tepki verme biçimleri yaratır. Dolayısıyla kuşakların iletişim pratikleri de farklıdır.
Bir kitle iletişim aracı olarak radyonun egemen olduğu dönemde büyüyen insan ile internetin egemen olduğu dönemde büyüyen insanın iletişim pratikleri elbette birbirine çok benzemez.
Söz gelimi, yüz yüze iletişimin baskın olduğu bir kuşaktan olduğum için sosyal medyada karşılaştığım bir anlaşmazlığın, olumsuz bir eleştirinin benim için hayati bir kırgınlık yaratması mümkünken oğlum için “engelle, geç, unut” alışkanlığı içinde beş dakika içinde geçmişe gömülmesi olasıdır.
Yeni zamanlar zor, yorucu. Artık insanın kadere – en çok da genetik kaderine- razı olması gerekmiyor mesela.
İnsanların kendi hayatlarını bir DIY (Do it Yourself/Kendi Başına Yap) seti gibi kendi elleriyle ve kendi başına yapmaları gerekiyor. Bir sürü eksik parça ile başladıkları yarışta aynı muhteşem Lego ürününü yapmaya çabalıyorlar canhıraş. Zorbalık mübah, kötülük meşru.
Tekrara dayalı monotonluğu ile değişmez gibi görünse de gündelik hayat yavaş yavaş değişiyor. Anne-babalar yorgun. Çocuklar açık havada mahkumlardan daha az vakit geçiriyor. Hem faili hem de kurbanı olduğumuz hayat hızlanıyor, zaman parçalanıyor.
Yaşama dair her şey gibi yaşlılık da bir yorum meselesidir. Wilhelm Schmid “Yaşlılığa atfedilen ve neredeyse hiç çaba göstermeden kendiliğinden oluşan bir miktar bilgelik de mümkün hale gelir, çünkü aptallıkta sebat edecek kuvvetiniz yoktur artık.” diyor ve ekliyor “Bilge insan o an elinde olanla yaşamayı bilendir.”
Geleceğe dair beklentimin odak noktasını nasıl bir yaşlı olmak istediğimden ziyade nasıl bir yaşlı “olmamak” istediğim oluşturuyor.
Gençlere karşı garip bir hınç içinde olan yaşlılardan olmak istemem mesela. En belirgin emaresinin “gençlerin işine karışmak, mütemadiyen onlara neyi nasıl yapacaklarını öğretmeye kalkmak” olduğu bir yaşlanma biçimi bu.
Yaşlılık üzerine düşünürken yaşlıları en çok televizyon ekranında gördüğümü fark ettim. Masanın etrafına dizilmiş, sinirli sinirli konuşan, konuştukça sinirlenen, sinirlendikçe sesi yükselen insanlar.
Gençlerin hangi konularda yetersiz ve bilgisiz olduğunu anlatmaya doyamayan insanlar. Bu grubun çoğu ya televizyon stüdyosunda ya da aktif siyasette zaten. Geri kalanlar yani pandemi ile birlikte evlere tıktığımız diğer yaşlılar sokağa çıkmaktan toptan vazgeçmiş ekranlarda akranlarını seyrediyor gibi geliyor bana.
Saldırgan yaşlılık denen durumun tam karşı köşesinde saldırılan yaşlılık var. Yaşlanma ile ilgili en can yakan şey insanın kendisini bir tür “gözden düşme” halinin içinde bulması galiba. “Ununu elemiş, eleğini asmış”, “Bir ayağı çukurda”, “Elden ayaktan düşmüş” benzeri kültürel argümanlarla desteklenen kurumsal ve politik bir yaş ayrımcılığı (ageism) en az ilki kadar baskın maalesef.
Etiketleme ile başlayan, damgalama ve ayrımcılık davranışı ile içi doldurulan yaş ayrımcılığı, cinsiyetçilik ya da ırkçılık kadar göz önünde olmadığından, daha örtük işliyor haliyle. Etiketleme ve damgalama aynı şey değil; damgalama etiketin içinin olumsuz anlamlarla yüklü olması demek.
Söz gelimi; bir kadını yaşlı bulabilir, onu bu şekilde etiketleyebilirsiniz. Ama “yaşlı kadın” etiketinin içini olumsuz kalıp yargılarla (stereotip) doldurduğunuzda başka bir şey başlar. Ön yargı “yaşlı kadınları sevmediğinizi söylemek” tir mesela. Kalıp yargı “yaşlı kadın” denildiğinde zihninize doluşan görüntülerdir. Yaşlı kadınları sevmediğiniz için yaptığınız her olumsuz/kötü davranış ayrımcılıktır.
Elbette yaşlılığa yönelik olumsuz algı sadece ülkemize özgü değil, küresel bir fenomen. Dünya nüfusu giderek yaşlanıyor. Kimi kaynaklara göre 1980 yılından 2022’ye kadar geçen sürede, küresel yaşlı nüfus sayısı yaklaşık üç kat artmış.
Pek çok ülkede yaşlı temsillerinin doğrusal bir biçimde olumludan olumsuza doğru değişim gösterdiğine ilişkin pek çok çalışma var.
Ülkemizde bu türden çalışma sayısı az. Bunlardan biri Emrah Apak ve Veysi Aka’nın yaptığı “Medyada Yaşlı Temsillerinin 87 Yıllık Dönüşümü: Cumhuriyet Gazetesi Örneği” araştırması.
2020 yılında Yaşlı Sorunları Araştırma Dergisi’nde yayınlanan bu araştırmada Cumhuriyet Gazetesi’nin 1930-2017 yılları arasındaki sayıları incelenerek yaşlılara ilişkin temsillerin yıllar içerisinde nasıl farklılaştığını görmek amaçlanmış.
“Yaşlı” kelimesini içeren toplam 33.461 cümlenin incelenmesi sonucu yaşlılara ilişkin temsilin 1930 yılından 2017 yılına kadar düzenli olarak olumsuza doğru değişim gösterdiği sonucuna ulaşılmış.
Yazarlar, yaşlıların azalan statülerinin temelinde geleneksel toplum yapısından endüstriyel toplumlara dönüşmenin getirdiği kentleşme, demografik dönüşüm, neoliberal politikalar, modernist söylem vb. birçok unsurun etkili olduğunu söylüyor.
Bu konuda başka bir kaynak, Antalya merkezli “Senex: Yaşlanma Çalışmaları Derneği”. Toplumsal yaşlanma süreci ve yaşlılık dönemine ilişkin bilimsel çalışmalar yapan bu dernek 2021 yılından bu yana periyodik olarak “Yaşlılara Yönelik Şiddet ve İhlallerin İzlenmesi” raporları yayınlıyor.
Derneğin son raporunda, Türkiye’de 2024 yılının birinci döneminde yaşlılara yönelik şiddet, ihmal, istismar ve ayrımcılıktan oluşan 378 hak ihlali vakası tespit edildiği ve tüm hak ihlali vakalarının yarısından fazlasının (%58'i) ölümle sonuçlandığı belirtiliyor.
Ömür denen kısıtlı zamanın en iyi ihtimalle ikinci yarısındayım. Wilhelm Schmid’in söz ettiği türden bir bilgelikle emin olduğum tek şey şu; toplumların değiştiğini, her yeni kuşakla yeni bir insan profilinin geldiğini hesap edemeyenler; yeni zamanlar gelince eski zamanları topyekün reddedenler; abartılı bir biçimde saygı gören ya da görmezden gelinen yaşlılar; eşitsizlik, güvencesiz istihdam, sosyal medya gibi onlarca sorunla boğuşan gençler, hepimiz aynı gemideyiz.
Temsillerini daha çok çikolata reklamlarında gördüğümüz bayram aksesuarı sevimli yaşlılardan veya gençleri azarlamak için hazırda bekleyen sevimsiz yaşlılardan ibaret olmamalı bu iş.
Hangi koşulda olursa olsun birbirimizin elini bırakmayalım derim. Çünkü yaşlanırken galiba en çok birilerinin bize ihtiyaç duymasına ihtiyacımız var.
(AA/EMK)
[1] Elliler orta yaş olarak geçiyor genellikle. Kronolojik olarak durum şu; Dünya Sağlık Örgütü’ne göre genç yaş 25-44 arasını, orta yaş 45-60 yaş arasını, yaşlılık 60-75 arasını, ileri yaşlılık 75-90 arasını ifade ediyor; 90 yaşından sonraki dönemler ‘uzun yaşayanlar’ olarak sınıflandırılıyor.
[2] Batı literatürü kaynaklı kabaca tasnif üç aşağı beş yukarı şöyle; 1925-1945 arası Sessiz Kuşak, 1946-1964 arası Bebek Patlaması Kuşağı, 1965-1979 arası X Kuşağı, 1980-1994 arası Y kuşağı, 1995-2009 arası Z Kuşağı ve 2010 sonrası Alfa Kuşağı adını alıyor.