*Pink Floyd'un "Animals" albüm kapağı (1977). Albümdeki şarkılar konusunu George Orwell'in "Hayvanlar Çiftliği" isimli kitabından alır.
"Yasak!"
İçine doğduğumuz coğrafyada ne çok duyarız bu sözü. "Nedir toplumumuz, içinde yaşadığımız ilişkiler?" diye sorsak, ne denli farklı olurlarsa olsunlar handiyse hepsinin birleştiği ortak bil dil vardır: Yasak dili. Peki, ne demek yasak? Yasak dili ne anlama gelir? Kadrajı biraz genişlettiğimizde saz arkadaşları kimlerdir? Yasaklanan "ne"dir? Yasaklayan kimdir? Bu 'hak'kı ya da yetkiyi nereden alır? Men edilen ya da yasak ile erişim veya kullanım hakkı elinden alınan(lar) kimdir? Aralarındaki ilişkinin ontolojisi nedir? Yasak nelere içkindir?
"Gülhane'den Gezi'ye... Yıldız'dan Beştepe'ye..." adını verdiğimiz yazılama dizisinin on ikincisindeyiz. Gülhane (Hatt-ı hümâyun), bir bakıma kimi grupların kısmi haklara erişiminin güvenceye alınmasıdır. Haklara erişim, kimileri için ise söz konusu değildir. Çünkü kilise, sinagog ya da Müslümanların mabedi dışında dinsel bir yapının kubbesi olamaz; olsa bile çatı altına alınması zorunludur, dışarıdan bakılınca yalnızca camilerin kubbesi görünebilir. Kubbesi olsa bile cami dışıdaki yapıların normal çatı ile kapatılması ya da gizlenmesi gerekir. Azınlıklar, bir Müslüman ile karşılaştığında yol vermek zorundadır. Azınlıklar, kendisi için belirlenenler dışında kıyafet kullanamaz. İktidar, rengi dahi bellidir.
Sözlük anlamı "düzenlemek, sıraya koymak, ıslah etmek" olan "tanzim"in çoğulu "tanzimat", geniş anlamıyla "mülki idareyi diğer deyişle kamu yönetimini ıslah ve yeniden düzenleme" anlamında kullanılır. 1839'da Mustafa Reşid Paşa tarafından Gülhane'de okunan ve Tanzimat devrini başlattığı için Tanzimat Fermanı da denilen Gülhane Hattı Hümayun, Abdülmecid'in imzaladığı "mülki ıslahat programı" ile bu programın uygulandığı dönemi imler. 3 Kasım 1839'da başlayan Tanzimat Dönemi, 1878'de Mithat Paşa tarafından Anayasaya eklenerek Padişaha verilen meclisi feshetme yetkisi kullanılarak II. Abdülhamit tarafından Meclis-i Mebusan'ın kapatılmasıyla sona erer. 1878'de hakim olan rejim, tonları farklı olmakla birlikte hâlâ ana rengini muhafaza etmektedir. Tanzimat Fermanı'ndaki maddeler günümüzde de güvence altına alınmış değildir. Güncel iki dava bunun en somut örnekleri arasında gösterilebilir: Osman Kavala ile Selahattin Demirtaş davaları.
2022'yi teneffüs ettiğimiz günlerde Tanzimat'ın ilerlemeciliğe iman etmiş entelektüelleri 1839'un gerisine düşeceğimizi ve/veya aynı sorunları tartışacağımızı tahmin dahi edemezlerdi. Tanzimat'ın zikrettiği aşağıdaki maddelerin bugün cari olduğu iddia edilebilir mi?
- Tüm vatandaşların can, mal ve namus güvenliği sağlanacak.
- Yargılamada açıklık sağlanacak. Hiç kimse yargılanmadan idam edilemeyecek.
- Vergide adalet olacak.
- Rüşvet ortadan kaldırılacak.
- Herkesin mal ve mülke sahip olabilecek, bunu miras olarak bırakabilecek.
Tanzimat ile murad edilenleri gerçekleştiremedik; bunun ete kemiğe bürünmüş örneklerinden biridir eşit yurttaşlık. Ermeni Kırımı'ndan pogromlara, katliamlara, bir tür Kürt Tehciri de denebilecek köy yakmaların gerisinde tesis edemediğimiz şeyin eşit yurttaşlık olduğu söylenebilir. Anadilde eğitim, sünni İslamın dışında kalan Aleviler gibi inanç gruplarının Devletçe hâlâ tanınmaması gibi örnekler de verilebilir. "Türklük Sözleşmesi" işlemektedir: Türkiye Cumhuriyeti'ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk'tür. Ama bazıları (Türk, Sünni Müslüman) öbürlerinden daha eşittir. Orwell'in "Hayvan Çiftliğ"'nde devrimin rengi dönmeye başladığında yani eşitliği garanti altına alan yedi emir yerine duvarda tek emir yazılıdır:
BÜTÜN HAYVANLAR EŞİTTİR
AMA BAZI HAYVANLAR
ÖBÜRLERİNDEN DAHA EŞİTTİR
Bu emir, Türk Tarih Kurumu Başkanlığı da yapmış tarih profesörü Yusuf Halaçoğlu'nun hem 'akademik' hem de 'kurum yöneticisi' sıfatında cisimleşir. Yusuf Halaçoğlu, Türk Tarih Kurumu Başkanı sıfatıyla yaptığı konuşmada: "Araştırmalarımızda şunu gördüm ki; pek çok Kürt dediğimiz insanlar Türkmen asıllı. Yapısal olarak söylüyorum ama bununla beraber bir şey daha ifade ediyorum. Bunlar fantezi değil. Söyleyeceğim şey, bugün Kürt olarak bilinen, hatta hatta şöyle söyleyeyim, Kürt-Alevi olarak bilinen birçok insan da maalesef Ermeni dönmeleri." Yusuf Halaçoğlu Cumhuriyetin Osmanlı'dan devraldığı 'kurucu kimlik'inin "ne" olduğunu sakınmasızca hepimize duyurur.
İktidar, Tanzimat ile kırılmaya çalışılan despotik yapısını sürdürür. Zaman zaman göreli özgürleşmeler olsa da tez zamanda aslına rücu eder. Bunun pek çok örneğine rastlarız. 1921 ve 1961 Anayasaları, kendilerinden sonra getirilen ve özgürlük alanını daraltan 1924 ve 1982 Anayasaları ile AB üyelik sürecinin bir bakıma meyvesi de denebilecek 2013'teki hâlâ tartışmalı 'Barış Süreci' de bunlara verilebilecek kimi örnekler arasında gösterilebilir.
İktidarın irade gaspını, tekçi kimlik dayatmalarını, keyfi tutumlarını reddedenler olmuştur, olmaktadır, olacaktır da. Ama devletin asimetrik gücü nedeniyle ağır darbeler almışlardır, almaktadırlar... Bu nedenle İktidarın karşısında tek tek olmasa bile bir araya geldiklerinde masif denilebilecek 'mağdur' bir kitle vardır. Kadraj gelişletilse ve/veya kronik göreli tarihselliğe dayandırılsa, iktidarın mağdur etmediği, ezmediği, en yalın ifadeyle zarar vermediği herhangi bir kimlik ve/veya toplumsal grup yoktur. Kimi zaman iktidar kendi bekası için göreli süreliğine ittifaklar yapsa da konjonktürel olarak ittifaklarını günceller ve değiştirdiği gömleklere göre mazinin ittifaklarını düşmanlaştırıp 'terörist' ilan eder. Eşzamanlı olaraksa mazinin 'düşman'larını ittifakı kılar ve ihya eder. Osmanlı sürer ya da tımar verip ihya ederdi; Cumhuriyet, 'arpalıkları' üzerinden zenginleştirir; zamanı geldiğinde de sümkürülmüş bir mendil gibi çöpe atar. Çöpe atılmaya razı olacaklara bunu bile reva görmediği örnekler vardır: varlığına tahammül edemez, yakar. Kimi zamansa demir parmaklıkların ardına tıkar. İktidar, nesnesi halk olan ölüm-sıtma dikotomisiyle işleyen bir cenderedir.
Bunlar seyirlik birer oyunmuşçasına gözümüzün önünde olur ama tanığı değilizdir. Az sayıda Tanık vardır ve İktidar asimetrik gücünü orantısızca kullanarak onları sindirir. Deyim yerindeyse Hayatı zindan eder Tanıklara... O 'teröristler' ki toplumun bir avuç vicdanıdır. En son Gezi Davası'nda başta ağırlaştırılmış müebbet cezası alan Osman Kavala ile argo deyimle 18'er yıl ceza kilitlenen Hak Savunucuları Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman ve Yiğit Ali, toplumsal vicdanı temsil etmiyorlar mı? Bir avuç 'azınlık' denilebilecek hak savunucuları gemi azıya alan İktidarın karşısında "Hayır!" deme cesareti gösteriyorlar.
Toplumsal, kamusal Hayat ancak hakların talep edilmesiyle güven içinde nefes alınabilen bir yere dönüşebilir. Hakları talep edip hakların yüklediği ödevler -ki bir hakkın hayat bulması kişi ya da kişilerce talep edilmesiyle olanaklıdır- sayesinde bir yer etik-politik anlamda yaşanabilir hale gelir. Hakları talep etmeyenlerin toplamına Toplumdan ziyade Yığın denebilir. Yığının Topluma evrilmesi, hak talep edenlerin seslerinin birleşip daha gür biçimde masifleşerek Statükoya yönelmesiyle olanaklıdır.
Wilhelm Reich'ın "Asıl açıklanması gereken, neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir" sözü sıkça anılır. Bu sözü bağlamımız özelinde şu şekilde tercüme edebiliriz: "Asıl açıklanması gereken, neden iradesi gasp edilip itaate zorlanan insanın başkaldırdığı değil, neden iradesi gasp edilip itaate zorlanan insanların çoğunun başkaldırmadığıdır."
Tür olarak öğreniriz, hem de hızlı şekilde. En büyük gücümüzün öğrenmek olduğu fısıldanır modern zamanların tornaları olan okullarda. Varlık nedenleri bizleri 'terbiye' olan 'uzmanlar'ın görevi budur: Hegemonyanın Anlatısını mütemadiyen kulaklarımıza fısıldamak. Türümüzün Hayatta kalmasını sağlayan yetisi "uyum sağlamak"tır; uyum ise yukarıda andığımız hızlı öğrenmenin sonucudur. Öğrenmenin anlamaya dayanması beklenir, oysa her öğrendiğimizi anladığımız söylenemez. Mesela Orwell'in "1984"ünde olduğu gibi bir yurttaş olarak kimi sözleri söylememeyi öğreniriz, söylemeyiz de. Rejimin koyduğu kurallara göre yaşayan, deyim yerindeyse bunları öğrenenlerin söz konusu yasakları anladığı iddia edilemez. Anlamak, bağlamın ayırdında olmak anlamına gelir. Anlamadan yapılan -refleksif davranışlar dışında şüphesiz- bütün davranışlar, kulağımıza öyle fısıldandığı için yaptıklarımızdır. Bunları yapan biz, tam da o sırada ya da onu yaparken özneden ziyade itaatkar bir varlık ya da nesneyizdir. Yaptığımızın öznesi olduğumuz işte bu nedenle iddia edilemez, özgürlük uzaktır bu iklimde. İtaatkarlık, köle ya da cellata dönüştürür. Önümüzde olup bitenlere karşı kayıtsızlığımız ya da bizzat ortak oluşumuzun temel nedenlerinden biri de budur. Diğer deyişle tanıksızlığımızın, Tanığa dönüşemememizin...
Yasaklar, özlerimizin gürlemesini engelleyebilir ama mani olamaz; çünkü Özgürlük, Hayattır.
"Özgür" kelimesinin etimolojisi bize şunları söylüyor: öz ile gür'ün birleştirilmesi ile bileşik sıfat elde edilir. Öz "benlik, kendi" sözcüğünden evrilmiş; bu da Eski Türkçe ö- "düşünmek, bilincinde olmak" fiilinden Eski Türkçe +Uz ekiyle türetilmiş olabilir; ancak bu kesin değildir. Bunun da "öt"ten geldiği varsayılır. Öt veya öğüt "akıl, fikir, nasihat" sözcüğünden evrilmiştir. Bu sözcük Eski Türkçe ö- "düşünmek, anlamak" fiilinden Eski Türkçe +Ut ekiyle türetilmiş olabilir; ancak bu da kesin değildir. Gür ise "gök gürültüsü sesi, çınlama ve patlama sesi" anlamına gelir. Yasak, özün gürlemesini engeller, kaynayan enerjinin içeriye sıkışmasına neden olur. Bir metaforla ifade etmek gerekirse, bizdeki maliyeti bir tür yanardağ misali zaman zaman patlamalarla açığa çıkar. Önünde sonunda biriken o enerji boşalır; o nedenle İradenin rengi olan Özgürlük ilelebet zapturapt altına alınamaz.
Kelimenin Arapçadaki anlamı frenk muaf; ihtiyar, seçme yeteneği; hür, salınmış, azad edilmiş, köle olmayan; Farsçası azad, soylu (toprak sahibi) sınıftan olan, köle olmayan; ve Batı dillerinde özgürlük (free-dom) ise Arapça ve Farsçadaki anlamlarla benzerlik gösteriyor: Free, "muaf, azade, esaret altında olmayan, kişinin kendi iradesiyle hareket etmesi" yanında "asil; neşeli"; dom ise "keyfi veya despotik kontrolden muafiyet, sivil özgürlük" anlamındadır. Eski Norveççede friðr "barış, kişisel güvenlik, aşk, dostluk"; Almancada Friede barış; Eski İngilizcede freo eş; yine Eski Norveççede Odin'in karısının adı.
Bu kısa etimolojik referanslar, kelimenin Türkçesinin çok özel bir anlamı olduğuna işaret eder. Yasak söz konusu olduğunda, bağlamındaki kavram ekosistemi çözümlendiğinde iktidar, tahakküm, yasak, Moğolca Cengiz Han'ın kanunu ya da yasası; yasak da yasa'dan gelir yine Moğolca "düzenlemek, kanun koymak" fiilinden türer.
Yasa koyan, Hayatın sınırlarını çizer. Hayat, yasa koyanca ya da İktidarca belli bir çerçeveye alınır. Bunun dışına çıkanlar cezalandırılır. "Yasal şiddet" kavramı burada/n varlık bulur. Yasağın dinsel olanları, gündelik moral ya da ahlaksal dünya kullanımları da vardır şüphesiz ama bu, yazılamamızın sınırları dışındadır. Salt hukuksal-siyasal düzlemde kalarak kurumsal anlamda devletin aktörü olduğu uygulamalar üzerinden ilgili olguyu sorunsallaştırmaya çalışıyoruz.
Yasağa uymak, otoriteye itaat anlamına gelir. Yasak, yasaklayanın -ki sıklıkla yasa koyucu yasağı koyar- iktidarını berkitir. Her itaat, yasağı koyanı daha da güçlendirir. Yasaklar sıklıkla 'güvenliğimiz' ve/veya 'refahımız' ya da diğer deyişle 'iyiliğimiz' için getirilir. Gerekçeleri rejimin rengini ele vermez çünkü yasaklanan şey ne olursa olsun kullanışlı maymuncuklarmışçasına her uygulama için işlevsel retoriklerdir.
Gülhane'den günümüze kimi yasaklardan hazırladığımız aşağıdaki kolaj, İktidara rengini sadece 2022'deki "yerli ve milli aşiretimsi rejimsizlik"in vermediğini göstermekte. "Aşiretimsi mütecaviz güruhuyla avanesi"nden oluşan güncel halin strüktürü tarihseldir. Kolaj, masifleşmiş bu hali bize göstermekte.
- II. Abdülhamit döneminde "adalet, hürriyet, vatan, millet, beynelmilel, cumhuriyet, yıldız, burun..." kelimeleri yasaklanır, sözdağarına vurulan pranga düşünceyi hapseden dilsizleştirme pratiğidir.
- Ankara'da açılan Meclisin ilk yaptığı işlerden biri 28 Nisan 1920'de "Men-i Müskirat", yani "İçki Yasağı"dır. İlgili yasak, tam altı yıl sonra 22 Mart 1926'da kaldırılır, çünkü devletin kasasına gitmesi gereken paranın 4-5 katı kaçakçılara gitmektedir. Bu esnada kalantorlar, ekabirler için yasak söz konusu değildir.
- 13 Ocak 1928'de Milli Türk Talebe Birliği, "Vatandaş Türkçe Konuş!" kampanyası başlatır. CHP milletvekili Sabri Toprak'ın tasarısı gündeme gelir ve 1930'lar boyunca yalnızca gayrimüslümler için değil, Kürtler, Çerkesler için de trajediye, yer yer trajikomiğe dönüşen olaylara neden olur. İlgili tasarının ilk maddesinde şu ifadeler yer alıyor: "Türk devleti tâbiiyetinde olup [da], millî ve ırkî lisanlarından gayri bir ecnebi lisanını, millî Türk dili, yahut ırkî dili yerinde [yerine] olarak, yalnız oturdukları evin haricinde, gerek âilesi efradı ile [ve] gerek[se] diğer bir vatandaş ile konuşmayı itiyat edenler [edinenler], yirmi dört saatten bir haftaya kadar hapsolunurlar veyahut on liradan yüz liraya kadar nakdî para cezası ile mahkûm olurlar. Bu nakdî cezanın yarısı cürmü bulan memurlara mükâfat olarak verilir."
- Ezan, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın (DİB) 18 Temmuz 1932'deki genelgesi ile tüm yurtta resmen Türkçe okunmaya başlanır. 1941'de Arapça ezan yasağı uygulamaya konur. 1950 seçimlerini kazanan DP (Demokrat Parti) iktidarının ardından Türkiye'de ezan Türkçe okunmamıştır.
- Erdoğan rejimi altında "hırsız", "barış", sınır ötesi askeri harekatları tanımlamak için kullanılan "savaş" gibi kelimeler sıkça "halkı kin ve düşmanlığa tahrik suçu" kapsamında soruşturma konusu olabiliyor; AÖÇ (Atatürk Orman Çiftliği) içine hukuksuzca inşa edilen Beştepe'ye istinaden "Kaç(Ak) Saray" da takibe uğrayabiliyor. Beştepe Rejimi tarafından de facto yasaklanan bu ve benzeri kelimeler, yazılama dizimizin adını (Yıldız'dan Beştepe'ye...) gerçekler.
- Erdoğan'ın "Tivitır mivitır hepsinin kökünü kazıyacağız. Uluslararası camia şunu der, hiç beni ilgilendirmiyor." sözlerinden sonra Twitter'a Türkiye'den erişim 20 Mart 2014'te engellenir. 3 Nisan 2014'te yasak kaldırılır. Sonra 6 Nisan 2015'te yeniden Twitter yasaklanır. Aç-kapa... Ver-al...
- 5 Mayıs 2008 - 10 Ekim 2010 tarihleri arasında Youtube'a erişim yasaklanır. AİHM'e göre ilgili yasak insan hakları ihlalidir. Şimdinin 'muhalif'i, dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu yasağın "ulusal güvenlikle ilgili bir husus" olduğunu söyler.
- 29 Nisan 2017'de Wikipedia adlı açık kaynakta paylaşılan ve Türkiye'nin Suriye'deki 'terör' gruplarını desteklediği iddia edilen içerik nedeniyle Hükümet 5651 sayılı "internet yasası"na referansla Wikipedia'yı kapatır. Anayasa Mahkemesi 26 Aralık 2019'da ilgili engellemenin ifade özgürlüğü ihlali olduğuna hükmeder. Mahkeme, Sulh Ceza Hâkimliği'nden Wikipedia yasağının kaldırılmasını ister. Karar 15 Ocak 2020 tarihinde Resmî Gazete'de yayımlanır. Ankara 1. Sulh Ceza Mahkemesi'nin erişim engelinin kaldırılması talimatı ile Wikipedia Bilgi Teknolojileri Kurumu tarafından 15 Ocak 2020 tarihinde erişime açılır. Böylece Wikipedia'ya toplamda 991 gün (2 yıl 8 ay 17 gün) erişilemez.
Bunlar en yalın ifadeyle toplumun hak ve adalet duygusunu zedeler, zira hak ve adalet birer değer olmaları yanında duygudurlar da. Zedelenmesi, Hayata olan inancın, güvenin zayıflamasıdır. Bu da insanın şüphesiz içinde nefes aldığı toplumla ve kurumsal yapılanmayla ilişkilenme biçiminin ontolojisini değiştirir. Sıklıkla yersizlikten söz ederiz. Yazılama Dizimizin birine de bu nedenle Yersizliğe Bir İlgi adını verdik. Yerin yurda dönüşmesini sağlamanın yolu güvenli biçimde bağ kurmaktan, güven içinde erimekten, nefes aldığımız yerin bir öğesine dönüşmekten geçer.
Yasak, yer yer karikatüre dönüşen rejimlerce belirsizleştirilir deyim yerindeyse sisler içine atılır ki keyfiyete yer açılsın ve İktidar yasak dolayımıyla gücünü kitleler üzerinde konsolide etsin, Rejimini kurumlaştırsın. Yasağın absürtlüğü bir tür militarizm pratiğini akla getirir; hani "Askerlik mantığın bittiği yerde başlar" denir ya, işte tam da mantığın askıya alındığı an ürkütücü olur. Çünkü belirsizleşir, kategorize edilemez. Bu durumla karşı karşıya kalanlar herhangi bir durumda kendilerini nelerin beklediğini bil(e)mezler. (1) Tehlike durumlarında kötücül düşünmek eğiliminde olan türümüz karşılaştığı tekinsiz fenomeni korkutucu senaryolarla speküle eder. İktidar, ilkeleri ilga edip keyfi uygulamalar üzerinden rejimini işletmeye başladığında nerede ne zaman ne kadar süre sonra patlayacağı belli olmayan bir saatli bombaya dönüşür. Hayata çöreklenen bu tehlike kişinin başka bir şey düşünmesini de engeller. Bilinçlere çöreklenen "Bunlardan her şey beklenir." sözünde ete kemiğe bürünen kavrayışla kitleler çaresizleştirilir, gözüne far tutulmuş tavşan gibi olur. İradeler jelleşir, hedef belirsizleş(tiril)ir. Her türden çaba beyhudeleşir. Gücün keyfileşmesiyle Otoriterleşen İktidar, tam da bu belirsiz alanlardan beslenerek dikensizleştirilen yolda kendine yer açarak Hayata çöreklenir.... Belirsiz alanlar çoğaltılır ve hukukun ilkesi kişi ya da kamu yararına değil statükonun tarafına işletilir. Ve daha da trajik olanı ise şudur: bilincimiz, içinde Hayat olmayan renge bürünür: kararır...
Bilincimizi karartan, bizleri biçareleştiren habitatımızda kitlesel anlamda paylaşılan "Bu memlekette/n bir şey olmaz!" deyişi kuşaktan kuşağa aktarılır. Kimilerinin ampirik deneyimine dayanan bu kanaat,insanın iradi, etik, politik anlamda silinmesini doğurur. Silinmiş kişilikler olarak gittikçe silikleşiriz... İşe yaramazlık hissi öz saygımızı aşındırır, zihnen ölü hale geliriz. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu kanaat göreli sürenin ardından dinselleşir. Dinselleşen kanaat ise dogmalaşmış demektir. İrade gösteril(e)memesi "öğrenilmiş çaresizlik" yanında dogmalaşmayla da ilgildir. Kuramsal öğretilerle güncel hayat arasındaki makas açıklığı olup bitenin kavranmasını güçleştirdiği gibi kuramlara -ki insanlığın ortak mirasıdır- duyulan güveni de sarsar; kulak asılmaz olur, yani ne türümüzün birikimi ne de güncel kavrayışlar dikkate alınır.. Kısacası gün be gün Hayatın dışına düşeriz.
O nedenle sorumluluğumuz Wilhelm Reich'ın sözünü bağlamımız özelinde yeniden tercüme ettiğimiz şekliyle dile getirmektir: "Asıl açıklanması gereken, neden iradesi gasp edilip itaate zorlanan insanın başkaldırdığı değil, neden iradesi gasp edilip itaate zorlanan insanların çoğunun başkaldırmadığıdır."
"Yasağa Bir İlgi" adını verdiğimiz yazılamamızı "Hayvan Çiftliği"nin son cümlesiyle bitirelim: "İçeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirine benziyordu. Artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor; ama onları birbirlerinden ayırt edemiyorlardı." (2)
Muhalefete selam!
(1) Hüseyin rahmi Gürpınar'ın "Meyhanede Hanımlar" adlı hikayesi, bu yazılamanın adına vesile oldu. Hikayede 1920'lerdeki içki yasağı metnine dair olayı istihza yoluyla kritik eder. Meyhanede rakı isteyen kişi, olmazlanan Rum meyhaneciye şöyle söylenir: "Apostol, mademki nzamnameden bir şey anlamıyorsun, barodan iskartaya çıkarılmış avukatlardan birini çağıralım, bize bunun metnini yorumlasın. Katalavis! (Anladın!) Beni iyi dinle. Nizamnamede üstü kapalı yerde içilir diyor. Üstü kapalı ama nasıl? Kiremitle mi çinkoyla mı, betonarneyle mi? Açıklık yok! Bundna dolayı çadır altında içilebilir. Şemsiyeni açar, altına sığınır, sokak ortasında rahat rahat atarsın..." Gürpınar, H.R. T. İş Bankası Kültür Yayınları, s. 11, 1. Basım 2022, İstanbul.
(2)Orwell, G. Havyan Çiftliği, Çev. Celal Üstel, Can Yayınları, 27. Baskı, 2012, İstanbul.