Yaş ilerleyip de Türkiye'nin iki arada bir derede kalmış modernleş(eme)me sorunsalını idrak ettikçe, bu "Yarabbi şükür, mersi" üçlemesinin ülkemiz gerçeğini, ironik de olsa, ne kadar güzel anlattığını düşünmüşümdür sık sık.
Evet ne Yarabbi şükür, ne de mersi... Yani ne sadece biri, ne sadece öteki... İkisi de... Nev-i şahsına münhasır, Türkiye'ye özgü, benzerlerinden farklı, biricik bir karışım. Nedir o? Türkiye'ye özgü bir kimlik, Türkiye'ye özgü bir demokrasi, Türkiye'ye özgü bir hukuk devleti, Türkiye'ye özgü bir özgürlük anlayışı, Türkiye'ye özgü bir çoğulcu sistem...
"Yarı hamilelik" durumu
Şimdi son günlerde büyük basınımızın bazı kalemlerine bakılırsa, bizde Türkiye'ye özgü bir de basın özgürlüğü var. Onlara göre, Türkiye'de basın özgürlüğü hem var, hem yok. Yani hem sağol yarabbim, hem de istemem, mersi... Diyorlar ki: "Türkiye'de basın özgürlüğü var diyemeyiz...
Ama bu ülkede basın özgürlüğü yok da diyemeyiz." Ben çıkamadım, gelin de siz çıkın bu işin içinden. Demek ki, ülkemizde böyle "yarı hamilelik" durumunda bir basın özgürlüğü var ve büyük basınımızın büyük gazetecileri de bu nedenle iki arada bir derede kalmış, ne diyeceklerini şaşırmış durumdalar.
Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü'nün (STG) 2001 yılı dünya raporunun açıklanması ve Paris'teki Saint Lazare Garı'nda sergilenen "basın özgürlüğü düşmanları" haritasında Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun resminin de yer almasıyla patlak veren tartışmalarda gazetecilerimizin sergilediği kraldan çok kralcı performans gerçekten dikkate değer.
Mesele, öyle iddia edildiği gibi basın özgürlüğünün ayaklar altına alındığı ülkelerde siyasi otoriteyi ordunun mu, yoksa hükümetlerin mi temsil ettiğini bilmeme cahilliğinden çok daha önemli ve karışık aslında. Çünkü, Türkiye'ye "Fransız olan" bir sivil toplum kuruluşu için, ülkemizde resmi otoriteyi kimin temsil ettiğine karar vermek de aynı bizim "Yarabbi şükür, mersi"mizde olduğu gibi içinden çıkılmaz bir durum.
İsterse Ecevit
Bu ülkede hem sivil otorite var, hem de anayasa ile sabitlenmiş bir Milli Güvenlik Konseyi. Hem serbest seçim ve özgür oy hakkı var, hem de bir bakıyorsunuz, seçimle iş başına gelmiş hükümetler bir gün bir MGK toplantısının ardından "kendi rızalarıyla" hükümet etmekten vazgeçiveriyorlar. Bu ülkede bir gün generallerin gazetecilere kafası kızıyor, oturup Andıç'lar döşeniyorlar; beğenmedikleri köşe yazarlarına, muhabirlere iftira atıp inanılırlıklarını yok etmeye, onları kamuoyu önünde suçlu duruma düşürmeye, susturmaya, bir daha yaygın medyada iş bulamaz hale getirmeye çalışıyorlar. Bu ülkede, askerler gazetecilere iftira atarken suç üstü yakalanıyorlar; ama yine de, iş basın özgürlüğüne gelince, sorumluluk sadece siyasi iktidarda aranıyor.
Bu durumda, Paris'in bir garında resmi çiğnenen özne ister Kıvrıkoğlu, isterse Ecevit olsun, STG bizim için ister üç beş işsiz gazeteci, isterse dünya çapında basın özgürlüğü ihlallerinin çetelesini tutan güvenilir bir sivil toplum kuruluşu olsun; mesele aslında gazetecilerimiz için bu raporun ne ifade ettiği. Sonuçta, asıl ayaklar altına alınan, kişilerden ziyade, bütün bir toplumun iletişim ve basın özgürlüğü değil mi?
Bugün 6 gazetecinin (Fikret Başkaya, Hasan Özgün, Kemal Evcimen, Mustafa Benli, Asiye Zeybek Güzel, Nurettin Şirin) sadece yazdıkları yazılar nedeniyle hapiste oldukları... ancak, Fikret Başkaya dışındaki beş gazetecinin "yasadışı örgüt üyesi" olmakla suçlandıkları...
2001 yılında ülkemizde 30 gazetecinin gözaltına alındığı... yine geçtiğimiz yıl günlük basından 50 gazetecinin yazdıkları yazılar, haberler nedeniyle mahkeme önüne çıktığı... bu gazetecilerin çoğunun Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) 159. maddesi (Devlet kurumlarını tahkir ve tezyif) ile 312. maddesi (Devletin aleyhine işlenen suçlar) ve terörle mücadele yasasının 7. ve 8. maddelerinden yargılandıkları... gibi detaylarla ilgilenmek, bunları köşelere taşımak ve basın özgürlüğü önünde kapı gibi dikilen bu anti-demokratik yasaların bir an önce kaldırılmasını talep etmek büyük basınımızın büyük yazarlarına düşmediği gibi, bunlardan bahsetmek bile tüylerini diken diken ediyor nedense.
Telefon, mektup, e-mail
Çünkü onlar, ülkemizde "yarı hamilelik" gibi hem var, hem yok olan bu hilkat garibesi basın özgürlüğünün "varolan" tarafında yer alıyorlar. Onların köşeleri var. Onların yazı yazacak büyük medyaları, yazılarını kitlelere okutacak boş sayfaları, ekranları var. Onlar bir gün işsiz kalsalar, öbür gün bir başka yaygın medya organında, yüksek maaşlarla hemen iş bulabiliyorlar.
Onları Genelkurmay Başkanları, Cumhurbaşkanları, Başbakanlar telefonla arıyor, mektup yazıyor, hatta e-mail yollayıp hallerini hatırlarını soruyor; yazılarını pek beğendiklerini ifade ediyorlar. Onlar da, böylece büyük adam oluyorlar. Ve bardağın dolu tarafından, pardon, basın özgürlüğü yumurtasının döllenmiş yarısının içinden bakıp, Türkiye'de "basın özgürlüğünün önündeki engel ordudur" diyenlere kükreyerek, "üzülmeyin paşam, takmayın paşam bunlar üç beş çapulsuz kendini bilmez... biz memnunuz bize verilen özgürlükten" diyorlar.
Bunu yaparken, sadece kendilerine çizilen sınırlara karşı memnuniyetlerini dile getirseler, bu bile kabul edilebilir. Ama hayır... Sanki bir yerlerden düğmeye basılmış gibi, hatta aynı Andıç'ta olduğu gibi, ordunun hassas olduğu konularda çizilen sınırları aşmış, yani yumurtanın döllenmiş kısmından döllenmemiş kısmına geçmiş, pardon, yani basın özgürlüğü bardağının dolu tarafından boş tarafına taşmış gazetecileri de, artık Yakup Cemil'likten geçtik, isim zikrederek gazete sayfalarından gez-göz-arpacık hedef alıyorlar/gösteriyorlar.
Güneydoğu'da savaşmış 42 askerle yapılan söyleşilerin yer aldığı "Mehmedin Kitabı"nın yazarı Nadire Mater'e karşı büyük basınımızın büyük yazarlarının takındığı linç tavrı, bu gazetecinin Türkiye sınırları dahilinde kredibilitesinin yok edilmesi, gazetecilik yapamaz hale getirilmesi için gösterdikleri çaba, artık inanılırlık sınırlarını aşmış durumda. STG'nin tartışılan haritası ve arkasından gelen diplomatik krizden yola çıkarak, yine ve bir kez daha kitabıyla "orduyu rahatsız etmiş" olan bu gazeteciye, yine ve maalesef meslektaşları tarafından reva görülen muamele, "her ülke ancak layık olduğu basın özgürlüğüne sahiptir" düşüncesini bir kez daha doğrulamıyor mu?
Yalman'dan "tellallık müessesesi
Mazrufla ilgilenmektense zarfa takılan büyük basınımızın büyük gazetecileri, bu tavırlarıyla ne yazık ki Osmanlı dönemindeki "padişah tellallığından" bir adım öteye geçemiyorlar. Ahmet Emin Yalman, 1913'de New York'taki Columbia Gazetecilik Okulu için hazırladığı "Türk Modernleşmesi ve Basın" başlıklı doktora tezinde "tellallık" müessesesini şöyle anlatır:
"Hükümetler bazı önemli haberleri ya da kararları halka duyurmak istediklerinde, en sıradan medyum olarak 'Tellal' adı verilen kişileri kullanırlardı. İç Asya'nın kimi küçük bölgelerinde, hatta bazı büyük liman şehirlerinde bu gelenek hala devam etmektedir; her kasabanın artık kendi haftalık-günlük resmi veya gayrı resmi gazetesi olduğu halde bu gelenek halen yaşatılmaktadır.
Eskiden, saray tarafından ya da yerel yöneticiler tarafından açıklanan yasalar ve kurallar, Tellallar tarafından pazar yerlerinde bağırılarak halka açıklanırdı. Aynı medyum, askeri haberlerin duyurulmasında, yeni bir valinin göreve gelişinin bildirilmesinde, dini bayram kutlamaları, tanınmış kişilerin ölümü veya yurt içi ve yurt dışından gelen gemi ve kervanların geliş gidişinin halka iletilmesi gibi olaylarda da kullanılırdı.
Tellal aynı zamanda reklamcılık faaliyeti açısından da önemli bir yere sahipti. Hükümet gelirlerine ilişkin açıklamaları, kayıp eşyaları, kayıp kişileri, hapisten kaçan suçluları, satılık haberlerini ve resmi toplantıları da Tellallar halka duyurmak zorundaydı. Konstantinopolis'te bu geleneğin bugün hâlâ yaşamakta olan tek örneği, şehirde çıkmış bir yangının halka Tellal tarafından bağırılarak duyurulmasıdır.
İlginç olan, Tellalların sadece nüfusun gayri-Müslim kesimini ilgilendiren haberleri duyurmamalarıdır."
Azınlıkta kalanlar
O zamanlarda da azınlıkta kalanlar, farklı olanlar, kısacası, ötekiler ile ilgili olan bitenler haber değeri taşımıyordu demek ki. Bugün de, azınlıkta kalanı, farklı olanı, ötekini anlatmak gazetecilikten sayılmıyor; anlatmaya çalışanlar mahkeme kapılarında, nezarethanelerde, mahpushanelerde buluyorlar kendilerini; hatta kimileri faili meçhul cinayetlere bile kurban gidiveriyor.
Kendilerine verilen köşelere ve boş sayfalara güvenerek bu ülkede basın özgürlüğünün hem var hem yok olduğunu iddia eden gazeteciler, böyle bir "yarı hamilelik" durumunun gülünçlüğünü idrak etmedikçe ve basın özgürlüğü denen şeyin sadece kendileri için değil, toplumun her kesiminden farklı görüş ve inançları da kapsayan bir "tamlık" gerektirdiğini dile getirmedikçe, bu ülkenin basını da hep kendisine sunulan sınırlara "Yarabbi şükür, mersi" demekten bir türlü kurtulamayacaktır korkarım. (EDA/NM/FA)