Küreselleşme sürecinin büyük sürprizi Çin, uzunca bir süre gelişmiş batılı ülkeler tarafından aynı anda hem umut hem tedirginlik içeren karışık duygularla izlenmişti.
Şimdi, kriz döneminin orta yerinde, yeniden benzer duyguların nesnesi oluyor. 2012 sonunda yapılan Çin Komünist Partisi (ÇKP) Kongresi'nde alınan kararlar uyarınca Çin'deki yönetim kadrolarının değişmesiyle, yeni politikaların devreye girip girmeyeceği sorgulanıyor. Asıl merak edilense, dünyanın krizi atlatmasına olanak verecek politikaların yürürlüğe sokulup sokulmayacağı.
Dünyanın krizden çıkması için Çin'in büyümeye devam etmesi gerekiyor. Ancak bu ülkenin şimdiye kadar gittiği yoldan devam etmesi, yani yurt içinde gelir dağılımı bozukluğunun sürmesi, iç talebin düşük tutulması, Çin parası Yuan'ın değerinin yeterince yükseltilmemesi gibi politikaların sonucu olarak ekonominin neredeyse tamamen ihracata yönelik örgütlenmesi sorunun çözümünü engelliyor.
Aslında bu yollar yakın zamana kadar mucize diye adlandırılıyordu ama o eski güzel günler artık sona erdi.
Sanayileşmiş ülkelerin derdine derman olabilmesi için, Çin'in yurt içi tüketimi artırması gerekiyor. Bunun için de, gelir dağılımının düzeltilmesi, ücretlerin yükseltilmesi, sosyal hakların genişletilmesi, sendikalaşma hakkı gibi toplumsal özgürlüklerin sağlanması diye sayılabilecek yeniliklerin hayata geçirilmesi lazım.
Ancak bu şekilde Çin'de iç talep genişletilebilir, Çin pazarı batılı ülkelerin de yararlanacağı şekilde derinleştirilebilir.
Tabii ki Çin'in şimdiye kadar uyguladığı politikalarda radikal değişiklikler yapması, bu politikalardan bugüne kadar sağlanan faydaları da tehlikeye atacaktır. Söz konusu faydalar az buz değil, Çin'e olağanüstü bir büyüme sağladığı gibi uluslararası kapitalizme canlılık verdi, kar hadlerini artırdı, küresel tüketimi yükseltti.
Dünyada, yeni yatırım yapılmasa dahi, sadece mevcut yatırımların azgelişmiş ülkelere kaydırılması bile küresel ölçekte büyümeyi olumlu yönde etkiler.
Yoksul ülkelerde yatırımların çarpan etkisi gelişmiş ülkelere kıyasla daha büyüktür, üretimin artması talebi daha çok yükseltir. Ayrıca, bu ülkelerde ücretler düşük olduğu için şirketler ileri teknolojiye geçmeye daha az ihtiyaç duyarlar, emek yoğun teknolojilerle daha çok istihdam yaratırlar.
Sanayileşmiş ülkelerde, ücretlerin yüksek olması nedeniyle yapılamayan emek yoğun yatırımlar, yoksul ülkelerde makul ve karlı girişimler haline gelir. Yatırımların geldiği yoksul ülkede de yeni yatırımları cazip hale getiren sanayi ortamı oluşur, sanayi yatırımları hizmet sektörleri üzerinde uyarıcı etki yapar.
Önce Çin'de, sonra Hindistan ve öteki Asya ülkelerinde olan da tam budur. Kabaca son otuz yılı kapsayan küreselleşme döneminde Çin olağanüstü bir büyüme gösterdi.
Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerine göre 2011 yılında dünyanın gayrı safi hasılası 70 trilyon dolar civarında. Bu hasılanın paylaşımında ön sıralarda 18 trilyon dolarlık Avrupa Birliği (AB) ve 15 trilyon dolarlık Amerika Birleşik Devletleri'nden (ABD) sonra 7 trilyon dolarla Çin geliyor.
Bu dönemde Çin ekonomisi her yıl ortalama yüzde 9,8 oranında büyürken halkın geliri yılda yüzde 7,4 kadar artmış. Bu durumda iç tüketim yeterince artamıyor.
Nitekim Çin'de ücretler sürekli olarak yükseltilse de, Batı ülkelerine göre kıyaslanamayacak ölçüde düşük olma niteliğini koruyor.
2000'li yılların başından itibaren ücretler 700 Yuan dolaylarından 2.000 Yuan'ın üzerine çıkmış. Bu, dolar cinsinden kabaca 90 dolardan 180 dolara çıkışa tekabül ediyor. Çin'de bölgesel asgari ücret uygulaması var.
Asgari ücret önemli sanayi merkezlerinden Şanghay'da 202, Beijing'de 198 dolar. Bütün Çin'de 120-210 dolar arasında değişiyor. Neresinden baksanız, batı ülkelerindeki ücretlerin onda birinden düşük bir gelir düzeyinden söz ediyoruz.
Bu durumun uluslararası ticaret dengelerini altüst ettiği herkesin malumu. 2011 yılında Çin toplam 1,9 trilyon dolarlık ihracat yaparak ABD'nin 1,5 trilyonluk düzeyini aştı ve AB'nin 2,1 trilyonluk ihracatına yaklaştı. Hindistan bütün atılımına karşın hala 300 milyar dolar düzeylerinde.
Buna karşılık ABD ve AB'nin her ikisi de 2,3 trilyon dolar ithalat yaparken, Çin'in ithalatı 1,7 trilyon düzeyinde kaldı. Hindistan'ın ithalatı da 500 milyar dolara yaklaştı.
Ülkelerin karşılıklı dış ticaret ilişkisine bakıldığında durum daha da dengesiz görülüyor. 2010 yılı itibariyle ABD'nin toplam ithalatında Çin'in payı yüzde 18,4. Çin AB'nin toplam ithalatında da yüzde 18,7 kadar bir pay elde etmiş durumda. Hindistan'ın payı henüz düşük düzeyde.
Üstelik batı ülkelerinin Çin ve Hindistan'dan yaptığı ithalat sürekli ve hızlı olarak artıyor. ABD 2000 yılında Çin'den 100, Hindistan'dan 11 milyar dolar ithalat yapıyordu, 2011 yılına gelindiğinde Çin'den 400, Hindistan'dan 36 milyar dolarlık mal ithal ediyor.
ABD'nin özellikle Çin'le dış ticaret dengesi dikkat çekici. 400 milyar dolar ithalata karşılık 100 milyar dolar ihracat yapmış. Oysa daha 1985 yılında ABD ve Çin arasında ithalat ve ihracat 3,8 milyar dolarla eşit düzeydeydi.
Avrupa Birliği'nde de benzer bir durum görülüyor. AB'nin 2000-2010 yılları arasında Çin'den yaptığı ithalat 75 milyar eurodan 285 milyar euroya, toplam ithalattaki payı da yüzde 7,5'ten yüzde 18,7'ye çıktı. Aynı dönemde Hindistan'dan yaptığı ithalat da 13 milyar eurodan 33 milyar euroya yükseldi. Hindistan'ın payı hala düşük, yüzde 2,2 kadar.
Gelinen durumun sürdürülebilir bir dengeyi ifade ettiğini söylemek çok zor. Otuz yıldır sanayi üretimi Asya'ya kayıyor, her yıl bu eğilimin sonunun gelmesi hiç değilse yavaşlaması bekleniyor ama nafile.
Üstelik Çin artık sadece batıdan aldığı teknoloji ile ucuz mal üreten bir ülke olmaktan çıktı, teknoloji ve tasarım geliştirmeye de başladı. Benzer durum Hindistan için de geçerli.
Artık bu ülkeler kendine ait gelişmiş teknik ve sosyal altyapı, nitelikli işgücü, sanayi deneyimi, iş organizasyonu, pazarlama ağı, know-how ve teknolojiye sahip.
Bu ülkelere yerleşmiş sanayinin, köken olarak nereye ait olursa olsun, geri dönmesi için makul nedenler olmadığı gibi, ülkeyi terk etmeleri sürecin başlarında olabileceği kadar endişe de uyandırmaz.
Bu ülkeler kaybettikleri firmaların yerine yenilerini koyacak ve sanayi üretimini sürdürebilecek beceriyi çoktan kazandılar.
Sanayinin Asya'ya kayması devam edecek gibi görünüyor. O zaman "sürdürülebilir" bir uluslararası ticaret için, Çin'in üretim maliyetlerini yükseltmesi gerekiyor.
Burada doğal olarak kastedilen, aşırı düşük emek maliyetlerinin yükseltilmesi. Artık ÇKP'nin yapacağı düzenlemelerle mi olur, Tiananmen misali toplumsal patlamalar mı devreye girer bilinmez ama beklenen bu.
Peki, Çin'de işçi ücretlerinin artması dünyanın sorununu çözer mi? Emek maliyetleri yükselir, Çin mallarının fiyatı artar, Çin'in ihracatı azalır. Uluslararası sermayenin Çin'e kaymasında bir yavaşlama görülebilir ama batı ülkeleri ile Çin arasındaki ücret farkı o kadar açık ki mevcut sermayenin geri dönüşü söz konusu olamaz. Zaten firmalar dönse bile üretim devam eder.
Çin'in ihracatının azalması Batı ülkelerinin Çin'den ithalatının azalması anlamına gelir. Ülkeler arasındaki dış ticaret dengesizliği böylece azaltılır. Fakat bu arada sanayinin Çin'e kaymasının batılı firmalara sağladığı olağanüstü avantajlar da ortadan kalkacaktır.
Burada kastedilen sadece üretimi Çin'e kaydırarak oradaki düşük ücretten yararlanmak değil. Bundan daha önemlisi, işçilerin kullandığı tüketim mallarının Çin'den çok ucuza temin edilmesi sayesinde, batılı işçilerin ücret artış taleplerinin dizginlenmesidir.
Yaklaşık otuz yıldır batı ülkeleri başta olmak üzere dünyanın çoğu yerinde işçiler, işsizler, yoksul insanlar ucuz Çin malları tüketerek satın alma güçlerini iyi kötü koruyorlar.
Çin'den gerçekleştirilen ithalatla ABD'deki her ailenin yılda 1.000 dolar kadar tasarruf sağladığı tahmin ediliyor. Yani yoksul Amerikalıların refahı biraz da Çinlilerin boğaz tokluğuna çalıştırılmasına bağlı.
Batı ülkelerinde üretim yapan firmalar ucuz Çin malları sayesinde uzun süredir gerçek ücretleri yükseltmeden üretimi sürdürme olanağı buluyorlar.
1995-2010 yılları arasında ABD'de tüketici fiyatları yüzde 41,4, imalat sanayi ücretleri yüzde 43,7 artmış ki bu da gerçek fiyatlarla artış olmadığını gösteriyor.
Geçtiğimiz günlerde Birleşmiş Milletler 2013 yılında gıda krizi yaşanabileceği uyarısı yaptı. Küresel ısınma nedeniyle küresel tahıl rezervlerinde azalma yaşanacağı, bunun da gıda fiyatlarında artışa yol açacağı açıklandı.
Bu durum, krizden bir türlü çıkamayan batı dahil olmak üzere bütün dünyada düşük gelir gruplarının yaşamını zorlaştıracaktır.
Böyle bir ortamda, bir de Çin mallarının pahalılaşması nedeniyle düşük gelir gruplarının satın alma gücünün düşmesi, birçok ülkeyi riskli hale sokacaktır. Bu risk krizin başından beri ağır ağır biriken toplumsal muhalefetin şiddetlenmesidir. (BD/BA)