Akademisyen Christopher Read’in “Lenin” biyografisini okuyordum. Yıllar geçse de üstünden bu yazında fazla bir şey değişmiyor, çoğu yazar alıntıları ve izlekleri adeta birbirine paslıyor. Ama artık harcıâlemleşmiş olan bu alıntılardan bir tanesi bu kez özellikle ilgimi çekti. Lenin biyografilerinin neredeyse tamamında zevkle kullanılan (dedikodu lazımsa, Žižek'in de pek sevdiği) bu alıntı Gorki’nin anılarından alınma. Beethoven’ın Apassionata sonatına Lenin’in duyduğu hayranlığı konu alıyor. Meşhur alıntı şöyle:
“Appassionata’dan daha iyi bir şey bilmiyorum, verseler her gün dinlerim. Ne baş döndürücü, ne insanüstü bir müzik! Bunu duyduğumda gururla, belki biraz da safdillikle şöyle düşünüyorum: Bak! İnsanlar ne mucizeler yaratabiliyorlar! Ama çoğu zaman müzik dinleyemiyorum, sinirlerime dokunuyor. İçinde yaşadıkları bu iğrenç cehenneme rağmen böyle güzel şeyler üretebildikleri için insanların başını okşamak, kulaklarına aptalca tatlı sözler fısıldamak istiyorum. Gelgelelim bugün kimseyi okşamaya gelmez, zira karşılığında ancak senin elini ısırırlar; hiç acımadan oturt oturtmasına ama teorik açıdan biz her türlü şiddete karşıyız, o n’olacak? Bu öyle zor bir iş ki, şeytana pabucunu ters giydirir!”
Lenin’in sanattan anlamaz, kaba bir doktriner olduğunu belletmek için kullanılan bu satırları okuduğumda bu kez aklıma Damien Chazelle’in yazıp yönettiği “Whiplash” filmi geldi. Yeni filmi “La La Land” (Âşıklar Şehri) ile birçok dalda Oscar’a aday gösterilen Chazelle’in “Whiplash”i 2014’te gösterime girdiğinde epey ses getirmişti. Konusunu kısaca özetlemek gerekirse; ülkenin en iyi müzik konservatuarına giren genç bir baterist adayının (Andrew), şiddet uygulama boyutuna varan haşinliğiyle nam salmış hocası (Fletcher) ile ilişkisini konu alıyor. Çalışkanlığı ve hırsıyla sivrilen Andrew, hemen Fletcher’ın dikkatini çekiyor ve en iyilerin yer aldığı orkestraya seçiliyor. Fletcher bu andan itibaren, Andrew’e (ve diğer müzisyenlere) maddi-manevi her türlü şiddeti uyguluyor, ta ki Andrew hakkının yenildiğini düşünüp sahnenin ortasında Fletcher’a dalana kadar! İkisi de okuldan atılsa da, yolları kendi doğallığında bir daha kesişiyor ve filmin son sahnesinde “döve döve öğretme” sisteminin pekâlâ işlediği meselini almamız bekleniyor.
Okuduklarımızdan gördüğümüz kadarıyla, Lenin de döve döve anlatan biriydi. Öyle ki küfrün gırla gittiği bir felsefe kitabı bile yazmıştı! Bunun mirası mıdır bilinmez, birçok solcu, genel olarak aydın ya da başka bir cepheden basketbol antrenörü de böyle öğretiyor, böyle öğretmeyi seviyor. Önce veya bazen sadece sert yüzünü gösteriyor.
Peki, başka tür bir pedagoji mümkün değil mi? Ödül-ceza dinamiği, tamam; ona kimsenin bir itirazı yok herhalde. Ama insan güzellikle eğitilemez mi? İçindeki cevher, pabucun pahalı olduğunu göstermeden açığa çıkarılamaz mı? Keza bir insan gözünü delice bir hırs bürüyerek, sadece o hedefe kilitlenerek mi büyük hedeflere ulaşabilir ya da genel olarak sevebilir, isteyebilir? Bu adanmışlık, başarıya giden yegâne yol yerine, sakın hastalıklı bir ruh halinin tezahürü olmasın?
Erdoğan’la geçen yılların bu ülkeye bir yararı dokunduysa (yani!), bağırış-çağırışla, çocuk gibi azarlayıp aşağılamayla bir şeyler öğretmenin, bir şeyler anlatmanın ne mene bir şey olduğunu dolaylı yollardan (ve epey bir acıtarak) öğretmiş olmasıdır. Bir insanın kişiliğini ufalayarak, kâbus dolu geceler ve günler geçirmesine yol açarak başarıya ulaştırmak (o “başarı” artık her neyse); geride kalan yaraları tazmin etmeye yeter mi ve buna değer mi? (FBA/EA)