Üniversiteye geçiş dönemimdi, Kobe Bryant’tan pek haz etmiyordum, sevinmesi bile yapmacık geliyordu, ama basketbol sahasında yaptıklarına olan hayranlığım da –pek kabul etmesem de– bir o kadar hızla artıyordu.
Aynı dönemde Marksizmle tanışıklığım da ivme kazandı. Bir edebiyat öğrencisi olarak, haliyle, edebiyat-sanat konusunda ne demişler, hemen onları okumaya koyuldum. Orada Engels’in edebiyata –sonradan önemini anladığım– paha biçilmez katkısını gördüm ve bu bir genellemeyle, sadece Kobe’ye yaklaşımıma değil, hayatımın her alanına yansıdı.
Engels bilahare yerleşip kanonda yerini alacak olan terimlerle söylersek, anlatıcı ile yazar arasında ayrım yapıyordu. Eserin canlı kanlı yaratıcısı olan insan ile onun içindeki karakterler ve o karakterleri bize anlatan ses aynı değildi.
Sözgelimi Halid Ziya’nın trajik hayatına dair bilgiye sahip olunca, romanlarına dair sanatsal bir bilgiye varılmış olmuyordu. Elbette bu kurmaca karakterleri yazarın kendisi yarattığından, ondan tamamen bağımsız değildi, ama ona tamamen tabi de değildi, tabi olduğu yerlerdeyse ilişki çoğu zaman sanatın değil, biyografi ya da tarihin alanına giriyordu. .
Marx bu noktada tam da Dickens, Balzac, Stendhal örneklerini verir. Bu üç romancı da gerici olarak itham edilmelerine karşın, klasik mertebesine erişen eserler üretmişlerdi.
Başka bir deyişle, yarattıkları sanat eserinde kendi kişiliklerini ve siyasal görüşlerini bile aşmışlardı. Keza Lenin de aynı bağlamda Tolstoy’u zikreder.
Nasıl oluyor bu? Sanat, özgürlük demektir de ondan. Sanat eseri her türlü boyunduruğu reddeder, son tahlilde yaratıcısından bile bağımsızlaşır. Sanatı sanat yapan, sanatçının bile verili eser üzerinde mutlak iktidara sahip olamamasıdır; bunu da sanatta bilinçdışı süreçlerin oynadığı role bağlamak mümkün. Böylece sanat eserini müstakil bir varlık olarak görmek, örneğin Dali’nin bir tablosunu Picasso’nunkinden daha çok sevebilmek mümkün hale geliyor.
Emrah Serbes’in trajik vakasını duyduğumda, bir süre sonra aklıma üşüşen bu düşünceler oldu. Nereden baksan elinde kalacak bir durum. İnsan sevdiği bir yazarı savunmak için tutacak bir parça arıyor, ama olmuyor. Aksini yapınca da, ülkeyi bu hale getiren ilkesiz, karaktersiz kitleden ne farkımız kalır? Çevremdeki insanlara sanat eserleri ile yaratıcıları arasında ayrım yapmadan sanatı sevmenin zorluklarından bahsedebildim. En son, “Emrah Serbes, sonunda T yok!” tiradını da görünce, çırpınmanın boşa olduğunu gördüm.
Fakat sonra muazzam bir karşı-dalga geldi. Büyük ihtimalle ezici çoğunluğu Behzat Ç.’yi benim gibi hayranlıkla izlemiş olan kesim, Emrah Serbes’in üzerine çullandı. Aklıma Umut Sarıkaya’nın “mahallemizden Kafka çıksın” karikatürü geldi. Eğer amaç buysa, Emrah Serbes’in iyice dibi bulmasını sağlamaksa, amaç hâsıl oluyordu da, buradan da yine bir Kafka çıkmayacaktır.
Tüm bunların Emrah Serbes vakasıyla bağı nerede? Sanatçıların ya da genel olarak yaratıcı-dâhi insanların kişilikleri ve toplumsal ilişkilerinde olduğu gibi, aynı zamanda sanatın bilinçdışı süreçlerle bağında. Engels’in bahsi geçen katkısı, 20. yüzyılın gözdesi psikolojiye sanatta muazzam bir alan açmasında saklıydı. Sanat; sanatçısına mutlak bağımlı, onun tamamen bilinçli olarak hükmettiği, hükmedebildiği bir süreçten ziyade, çoğu zaman sanatçıların farkında olmadan, eskilerin tabiriyle Dionysosçu dürtüyle yarattıkları bir giriftliğe işaret eder.
Tarih boyunca birçok sanatçının alkol ya da uyuşturucu müptelası olduğunu görüyoruz. Keza yazarlar ile amfetaminlerin karmaşık bir tarihi vardır. R.L. Stevenson Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ı altı günlük bir kokain âlemi sırasında yazmıştı. Philip K. Dick, Auden, Kerouac ve daha birçok sanatçı Benzedrine müptelasıydı. Bu insanların biz sanatçı olmayanlardan farkı, yaşamın olağan araçlarıyla tatmin edilemeyen bir duygu dünyalarına sahip olmaları ve bununla baş edebilmek adına çok çeşitli yollara başvurmalarıdır ki, sanat ya da yaratıcılık bu tatmin yollarından –kimi zaman lanete dönüşen– sadece biridir.
Emrah Serbes belli ki kelimelere âşık bir insan, hani şu yazmak için yaşayanlardan. En zor durumları, en doğru kelimeleri bir araya getirmek suretiyle aşabileceğine inandığı anlaşılıyor. Hayatındaki en korkunç olay karşısında, yıllardır kendi hayatını düzenleyip anlamlandırdığı görünen kelimelerin doğru bir bileşiminin çıkış yolunu sunacağını düşündü, ama öyle olmadı. Kelimeleri bu kez ona ihanet etti.
Biliyoruz ki her şeyin bir bedeli var ve o da cezasını çekecek; burada tartışılacak bir yan yok. Ama sonrası tartışmaya ve düşünmeye muhtaç olunan bir alan. Emrah Serbes’in Behzat Ç. denen güzelliği yaratması da, “sonunda T yok” rezaleti de aynı kökenden besleniyor. Burada aslolan bu bağı görebilmek.
Sanatçıların yaratıcılıkları ile günlük hayattaki “artistlik”leri arasında kopmaz bir bağ var. Tıpkı devrim gibi sanatçı da aşırılıklarıyla birlikte geliyor; burada doğru alet bir balta değil, törpü olmalı. Sanatçı ile anlatıcı (ya da eseri) arasında bir ayrım da olduğuna göre, demek ki aslolan Emrah Serbes değil, yarattığı eserlerdir demek pek akıl kârı değil. Malumu ilam etmek gibi olmasın ama Emrah Serbes’i iki anlamıyla da gömünce, yeni anlatıcıları ve karakterleri de ölü doğacak.
Kobe Bryant’ı Engels sayesinde sevmeye başlamıştım ki, Kobe’nin adı bir tecavüz meselesine karıştı. İnternet daha da yaygınlaştığından, NBA oyuncularının hayatlarını daha kolay öğrenir hale gelmiştim. Gördüm ki, al birini vur ötekine hesabı, saha dışında saygı duyulacak basketbolcu sayısı azdı.
Sanatçıların hayat hikâyelerinde de benzer bir durum var. Diego Riviera’ya veya Daniel Defoe’ya katlanabilecek kaç kişi vardır acaba? Ama ikisi de sanatçı.
Zamanında Erol Taş’ı filmlerde kötü karakterleri oynadığı için sokakta döven necip halkımız kadar özdeşlik kurmadan, “Bir Emrah Serbes kolay yetişmiyor” özürcülüğüne kaymadan, işlediği korkunç suçun ve sonrasındaki yanlışlarının üstünü örtmeden, tarihte insafın rolünü hatırlamak gerekiyor. (FBA/EKN)