İlkokul öğrencilerinin İngilizce dersleri başladığında, çocukların kendi aralarındaki eğlencesi "what is" cümlesi olmuştu. Her gördüklerini "what is" diye birbirine gösteren öğrenciler, karşılığını da İngilizce vermeye çalışıyorlardı.
Uzaktan merakla izlediğim çocukların bu taze eğlencesine ortak olmak istedim. Yanlarına gittim, "What is" ne demek diye sordum içlerinden birine. O da bana evrenin sırrını veriyormuş edasıyla "nedir demek abla. Sen bilmiyor musun?" dedi. Şakadan, "yok bilmiyorum" dedim. Neyse, beni de kattılar eğlencelerine fazla nazlanmadan.
İçlerinden biri "abla sen ne iş yapıyorsun" dedi. "Hukukçuyum, hukukla ilgileniyorum" dedim. Biri hiç zaman kaybetmeden "what is hukuk abla" diye sordu. Şaşırdım. Çocuklar benden İngilizce bir karşılık mı bekliyordu acaba? "İngilizcesi mi" dedim. "Yok abla yok, hukuk nedir" dedi afacan olanı. Biri, "hani filmlerde oluyor ya hakim hapse atıyor, diğeri de diyor ki yok o suçsuz". Diğeri onun bıraktığı yerden devam etti. "Bir de böyle kelepçe takıyorlar ya, hapse götürüyorlar. Sen peki ne yapıyorsun abla?" Yanıt veremeden bir diğeri atıldı. "Abla çocukları da hapse atarlar mı?"
Çocukların kafasındaki hukuk imgeleminin, direk hakim, suçlu-suçsuz, hapishane ve kelepçeyle özdeşleştiğini gördüm. Hukuk onlar için bir haklar-özgürlükler alanı değil, bir cezalandırma pratiği olarak algılanıyordu. Sokaktaki insanın kafasında da farklı bir yere oturmuyordu hukuk.
Haksızlığa uğrayanların dermanı değil, neredeyse çok zaman bir haksızlık pratiğinin kendisi olarak görülüyordu. Üniversitede okurken benimle konuşan büyüklerden de çok duyardım. "Aman kızım hukuk mu var memlekette? Suçlular dışarıda, garibanlar da içerde. Paran varsa, sırtın sağlamsa hukuk hikaye? Hukuk garibanlar için"
Hukuk, sınıfsal ilişkilerin kaba bir formülü olmasa da onun içeriğini belirleyen hep güçlülerin ihtiyaçları olmuştur. Sınıflı toplumlarla birlikte devletin ortaya çıkmasından beri hukuk hep ezenlerin hizmetinde olmuştur. Egemenler, cezayı kendilerini güvenceleyen bir araç olarak sürekli dönüştürmüştür. Bu dönüşümün, hep egemenlerin ihtiyaçlarına karşılık geldiği belirtilmelidir.
Hukukun şekillenmesinde, hakim sınıflar arasındaki fraksiyon çatışmaları da belirleyici olmaktadır. Bu şekillenmede Türkiye'de hem sermayenin çıkarlarının, hem onunla iç içe geçmiş kutsal devletçi-milliyetçi anlayışın birbirine eklemlendiği söylenebilir. Son zamanlarda, neo-liberal muhafazakar hassasiyetlerin de sürece fazlasıyla eklendiği görülebilir.
Hatta bu bir eklemlenmeden daha çok, bir belirleme-hakim olma çizgisine gelmiştir. Yani hukuk bir süreden beri, güç mücadelesinin en çetin alanlarından biri olmuştur ve bu güç mücadelesine göre de yeniden şekillenip-dönüşmektedir.
Dünyada ve Türkiye'de bu dönüşüme eşlik eden şey, "tehlikeli kitleler" algısı ve bu algıya göre hukuk pratiklerinin şekillenmesidir. İktidarların ve hakim sınıfların hep bir "tehlikeli kitleler" algısı olmuştur. Burjuvazinin tarih sahnesine çıktığı günden beri en tehlikeli kitleler hep yoksullar olmuştur. Yani değişim-dönüşüm içinde değişmeyen şey, sokaktaki insanın ifadesiyle "hukukun garibanlar için işlediğidir".
Ezilenler için hukuk, hak ve özgürlükler olarak değil ama hep bir baskı ve ceza olarak işlemiştir. Denebilir ki, hukukun sınıfsal niteliği hiç değişmemektedir. Ve sistemin ötekileştirdikleri için de geçerlidir bu: Yani kadınlar, azınlıklar ..
Son zamanlarda bu gerçekliğe Türkiye'de geniş bir "tehlikeli kitleler" algısı eşlik ediyor. İnsan hakları, demokrasi ve özgürlükler söylemlerinin sürekli dillendirilmesine karşın, ironik bir biçimde tutuklama-hapsetme üstünden yıldırma pratikleri sertleşiyor. Tehlikeli kitleler kategorisi, her gün daha çok kesimin kriminalize edilmesiyle sürekli olarak genişliyor.
Bu tehlikeli kitleler algısının içine, kimi zaman yumurta atan gençler, kimi zaman gazeteciler, kimi zaman da sokağa çıkan insanlar, akademisyenler ve muhalifler giriyor. Gün geliyor tekel işçileri, gün geliyor taş atan çocuklar dahil oluyor bu kitleye. Ama yelpaze sürekli genişliyor.
Hukukun ezilenlerden, ötekilerden yana dönüşmesi ancak ezilenlerin mücadelesiyle mümkün olabilir. Nitekim bugün ezilenlerin hanesine yazılan pek çok hak-özgürlüğün arkasında güçlü halk mücadeleleri vardır. Yani ezilenler, egemenlerle mücadelesinde kendi kazanımlarını yasalara, anayasalara hak-özgürlük olarak yazdırmışlardır.
Bu mücadeleler sayesinde kölelik yasaklanmış, yoksullar ve kadınlar oy hakkına kavuşmuştur. Yine bu mücadelelerinin egemenlerde yarattığı ürküntüyle anayasalara sosyal devlet ilkesi yazılmıştır. Örnekler çoğaltılabilir. Ama şu da açıktır ki, halklar için yazılı metinler de çok zaman bir güvence olmayabilir.
Çünkü bu güvenceler bazı zamanlarda kırılganlaşabilir. Özellikle sistem krize girdiğinde ya da egemenler arasındaki güç mücadelesi kızıştığında, muktedirler kendi hukuklarını bile bir ayak bağı olarak görürler. Böyle zamanlarda hukuktaki güvenceleri eğip-bükme, farklı anlamlandırma-esnekleştirme çabaları dikkat çeker.
Bu, hak-özgürlük güvencelerinin farklı okunarak, güvencelerin güvence olmaktan çıkarılması anlamına gelir. Böylelikle de, hukukun bir yıldırma/sindirme ve tasfiye aracı olarak kullanılması fazlasıyla kolaylaşır. Son süreçte bunu net olarak gözlemlemek mümkün. Yani hukukun, Demokles'in kılıcı gibi, sürekli "yoksulların, muhaliflerin, düşünenlerin ve ötekilerin" yani "tehlikelilerin" tepesinde sallanması. Göz altıların, tutuklamaların, ceza tehditlerinin bir yıldırma aracı olarak kullanılması.
Yani hukuk çocukların ve sokaktaki insanın kafasında her geçen gün biraz daha sadece cezayla-hapisle özdeşleşiyor. Evet, afacan çocuğun dediği gibi "hukuk nedir?" (EB/EÖ)