Kadına karşı şiddet haberlerinin yer almadığı bir gün bile yok. Neredeyse katliam boyutlarına varan dehşet verici bir tablo var karşımızda.
Kadına yönelik şiddet, ekonomik, duygusal, cinsel ve fiziksel biçimlerine kadar çeşitlilik gösterse de, fiziksel şiddet korkunç boyutlarda yaşandığından diğer şiddet biçimlerini konuşmaya sıra gelmiyor. Çünkü fiziksel şiddet, kadınların en temel hakkını yani "yaşam hakkını" tehdit ediyor.
Türkiye'de bu şiddeti besleyen en önemli kaynak, kadının emeği, bedeni ve cinselliği üstündeki ataerkil denetimdir. Çünkü bu denetim, kendini şiddet olarak açığa vurmaktadır. Bu denetime özellikle "namus" kavramı güçlü bir gerekçe oluşturmaktadır. Çünkü, kadına yönelik şiddette özellikle namus kavramının kadın üstünden tanımlanmasının önemli bir yer tuttuğu görülmektedir.
Namusun kadın üstünden tanımlanmasının bir sonucu olarak kadının bekâreti, giyimi, hareketleri, konuşması önem taşımaktadır. Namus, kadın üstünden tanımlanınca; namusa aykırı davranışlar da doğal olarak yine kadın üstünden tanımlanmaktadır.
Bu noktada evli bir kadının boşanması, bir erkeği sevmesi, kocasını ya da sevgilisini terk etmesi hatta tecavüze uğraması, kaçırılması bile namusa aykırı davranışlar1 olarak algılanmaktadır. Ataerkil toplumun çizdiği namuslu kadın normlarının ihlali de şiddetle sonuçlanmaktadır.
Namusun toplumda böylesine geniş bir meşruiyet alanı kazanmasında, şiddet faillerinin savunmalarında "namusumu kurtardım" cümlesini böyle rahat kullanmalarındaysa, namusun politikleştirilmesinin2 etkisi görülmektedir. Türkiye'de modernleşme, kadınları namus üzerinden tanımlayan ve erkeklerin denetimine sokan cinsiyet rejimine dokunmamıştır. Namus, şeref gibi geleneksel ve ataerkil kodlar Cumhuriyete aktarılmıştır. Cumhuriyetin yeni ahlâk anlayışı, bireysel ahlâk geliştirmeye yönelik adımlar atsa da kadını erkeğin namusu sayan ataerkil anlayışı devam ettirmiştir: "Modernistler, kadınların bedenlerini ve hareketlerini kontrol altında tutan namus olgusunu ortadan kaldırmaktan çok, yalnızca bu olguyu sürdürecek yeni ve daha etkili yollar bulmakla uğraşmışlardır"3
Bu politikleşmenin bir sonucu olarak namus anlayışı, sadece aile, toplum içinde değil aile gibi algılanan başka ilişkilere de uygulanmaktadır. Örneğin köyün, ailenin, mahallenin namusuna vatanın namusunun eklenmesi gibi. Yine askerlere, silahlarının namusları olduğunun söylenmesi ve siyasi partilerin namus üstünden oy istemesi gibi. Yani modern denilen birçok ilişki ve bağlılık biçimi, devlet tarafından ve başka kurumlar tarafından eski denilen namus anlayışına göre düzenlenmektedir.
Böylelikle, "namus kavramı hem devlet eliyle yukarıdan yeniden üretilmiş, hem de başka yasaların yokluğunda aile içinde ve gündelik yaşamda tanıdıklar arasındaki hiyerarşileri belirlemeye devam etmiştir"4.
Sadece namus cinayetleri değil, cinsel şiddet de artış göstermektedir. Cinsel şiddet faillerinin haksız tahrik ve iyi hal indirimleriyle adeta sırtı sıvazlanmaktadır. Mahkemelerden cinsel şiddetle ilgili ibretlik kararlar çıkmaktadır. Devlet kaynaklı şiddetteyse, "zamanaşımı" faillerin imdadına yetişmektedir.
Her ne kadar yasal düzlemde yapılan değişikliklerin, kadın-erkek eşitliğine doğru atılan bir adım olduğu savlansa da, pratik ve yaşananlar bunu doğrulamamaktadır. Bu cinayetlere, ısrarla "münferit" diyen ve kadın-erkek eşitliğine inanmayan bir siyasal iktidarın kadına yönelik şiddete sahici çözümler bulacağını düşünmek fazla iyimserlik olacaktır.
Dahası, kadını üç çocukla eve mahkum eden anlayış, toplumdaki ataerkilliğin güçlü bir kaynağı durumundadır. Bu ataerkillik sadece siyasal iktidar eliyle değil, iletişim araçlarıyla, dekolte kategorisi yaratan akademisyenlerce ve son zamanlarda sıkça görülen kadın düşmanı-cinsiyetçi köşe yazarlarınca her gün yeniden üretilmektedir.
Yinelenmelidir ki, kadın-erkek arasındaki eşitsiz ilişkiler ve toplumsal yaşamı bütün çeperlerine kadar kuşatan ataerkillik sorgulanmadıkça, şiddet konusunda gerçekçi bir adım atılamayacaktır.
Bir 8 Mart'a daha şiddetin gölgesinde girdik. Yine televizyonlarda siyasilerin kadınlara güzellemelerini, belediyelerin şarklı-türkülü 8 Mart kutlamalarını izledik. Memleketteki şiddet gerçeğinin üstü, yine pembe tablolarla örtüldü.
Ama bu vahim tablonun farkında olanlar, 8 Mart'ın bir özgürleşme ve kurtuluş mücadelesi günü olduğunun bilinciyle sokaklara çıktılar ve özgürlük, eşitlik ve barış taleplerini daha gür bir sesle dillendirdiler. (EB/EÖ)
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
1 Filiz, Kardam, Türkiye'de Namus Cinayetlerinin Dinamikleri: Eylem Programı İçin Öneriler Sonuç Raporu, Katkıda bulunanlar: Zeynep Alpar, İlknur Yüksel, Ergül Ergün. http://www.sendika.org/arsiv/tore_cinayeti-2006-02-04.doc, Erişim Tarihi: 15.5.2008
2 Nil Mutluer, "Türkiye'de Cinsiyet Hallerinin Sınırları: Namussallaştırma", Der: Nil Mutluer, Cinsiyet Halleri Türkiye'de Toplumsal Cinsiyetin Kesişim Sınırları, 1.b., İstanbul: Varlık Yayınları, 2008, s. 22-24
3 Nükhet Sirman, "Akrabalık, Siyaset ve Sevgi: Sömürge-Sonrası Koşullarda Namus-Türkiye Örneği", Namus Adına Şiddet Kuramsal ve Siyasal Yaklaşımlar, Derleyenler: Shaharzad Mojab, - Nahla Abdo, 1.b., İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006, s.55-57
4 Nükhet Sirman, "Namus Kavramının Feminizme Düşündürdükleri", Feminist Politika, Sayı: 5, Kış 2010, s.28-29