Gün geçmiyor ki, bir kadına şiddet haberi okumayalım. Gazetelerin üçüncü sayfalarında kurşunlanan, bıçaklanan, tecavüze uğrayan sayısız kadının hikayesi. Şiddetin her türünü görmek de olası: Dayak, öldürme, işkence, zorla evlendirme, namus cinayetleri, tecavüz fahişeliğe zorlama, eve kapatma onurunu kırma ve yoksullaştırma. Yani, kadına yönelik şiddet geniş bir yelpazeyi içine alıyor.
Toplumun ve devletin, kadına gösterdiği ilgi, “onların” korunması ve kollanması gereken bir tür olduğu çizgisinde salınıp duruyor. Hala kadınlar çiçektir klişesi ağızlarda dolanıyor. Evde karısını, çocuğunu döven adam otobüste kadına yer veriyor. Öyle ya kadın, hiçbir zaman eşitiniz değil. Çiçek, çünkü narin, korunmalı, ihtimam göstermeli. Yer verilmeli çünkü aciz, ayakta dikilemez. Bir de ana olduğunda hürmet görüyor kadın. Analık kutsanıyor, onun üstünden tanımlanıyor kadınlık ve kıymetleniyor.
Toplum da, devlet de kadınları kategorilere ayırıyor. Namuslu-namussuz üst başlığında, korunması gerekenlerle korunmaya değer görülmeyenler bulunuyor. Korunmaya değer kadınlar da, eğer ana olmuşlarsa daha ileri bir mevki kapıyorlar kendilerine ataerkil hiyerarşide. Hukukta bu kategorilerden etkileniyor. Çünkü hukukun görevini, ahlaksızlığın bastırılması olarak gören yaklaşımlar güç kazanıyor çok zaman. Daha düne kadar hukukta tecavüze rıza gösterenler ve göstermeyenler kategorisi yok muydu?
Tam bu ahlak anlayışından beslenerek oluşturulan zihinsel kategori, korunmaya değmez kadınlar kategorisi.. Örneğin, tahrikçi kadın kategorisi. Bu kategoriye kot giyinip kışkırtan, dekolte giyinip ortalıkta salınan, belli bir saatten sonra sokağa çıkan kadınlar giriyor. Bu tür kadınlar, tahrikçi kategorisinde bulunduklarından, toplum katında da devlet katında da şiddeti hak ediyorlar. Cinsel şiddet olaylarında, bu eril kategoriler üstünden ayrıca kadının rızası da türetiliyor. Ve eril kategorilere göre, bazı kadınların cinsel şiddet fiiline rıza gösterdiği kabul ediliyor.
Kadınların sevmeleri, boşanmaları, boşandıktan sonra başka birini sevmeleri, hayatlarına dair kendi sözlerini söylemeleri bile şiddet sebebi sayılıyor. Mahkemeler de böyle gerekçeleri dikkate alabiliyor. Bazı yerel mahkemeler hala örf-adet ve geleneğin sanıklar üstündeki etkisini, kadının giyimini, hareketlerini, ailesinin isteği ve geleneksel rolleri dışına çıkmasını haksız tahrik olarak değerlendiriyor. Böylece, ataerkil gerekçeler-değerlendirmeler, bazı mahkemeler tarafından haksız tahrik uygulamasına dayanak yapılabiliyor.
Ancak eril şiddet, kategori tanımıyor, sınırlarını aşıyor. Ve en fütursuz halleriyle açık ediyor kendini. Çünkü kadına yönelik şiddet, kökleri çok derinlerde olan ve evrensel bir nitelik gösteren ataerkil düşünceden kaynaklanıyor.
Geçenlerde Taksim’in ortasında güpegündüz bir kadın cinsel saldırıya uğradı. Ne ilginç koca Taksim’de duyan da gören de olmadı. Ne hikmetse olayı bir kişi gördü, müdahale etmek istedi. O da payını aldı hemcinslerinin şiddetinden. Olayın olduğu yerde, akıllı kameralar olmadığı için failler tespit edilemiyormuş, kör noktaymış. Bundan sonra kadınlar dikkatli olsun da şehrin kör noktalarında dolanmasın, kör şiddete uğramasın.
Bundan bir süre önce de Ankara’da bir kadın güpegündüz dövüldü. Olaya müdahale eden iki asistan saldırgandan dayak yedi. Bir de haklarında dava açıldı. Üstlerine vazife olmayan aile içi şiddete müdahale ettikleri için. Ne ilginçtir, o iki asistan dışında orada da olayı gören, duyan olmamıştı. Çünkü o kadar doğal ki sokak ortasında kadın dövmek, bıçaklamak, tecavüz etmek, hakaret etmek. Pek çok erkeğin günlük rutini olmuş bir şey ne diye yadırgansın.
Failler de biliyor, mahkeme karşısına çıktığında ceza almayacağını, “beni tahrik etti” cümlesiyle salıverileceğini. Nasıl olsa kadının bir tahrikçi, bir kışkırtıcı olduğunu baştan kabul eden bir yargı sistemimiz var. “Namusum için vurdum”, “yemek yapmadı dövdüm” dese yetiyor. Bütün ataerkil klişeler değer görüyor hukuk nezdinde.
Bir de aile içinde yaşananı var şiddetin.. Gözlerden ırak olanı, ailenin mahremiyeti denip görünmeyeni. Sistem evi, erkek için bir iktidar alanı yapıyor, erkeğin iktidarına yasal zemin hazırlıyor. Biliyoruz ki, ev hala erkeğinin şatosu.
Çünkü yasalar, kadını değil “aile”yi yani erkeğin şatosunu koruyor Aileyi koruyacağız ya, yen içinde bırakacağız bütün kırık kolları. Ailenin birliği, bütünlüğü adına daha kaç kadın kurban edilecek?
İşin en acıklı tarafı, bunun kanıksanmış olması. Haber bültenlerinde, gazete sayfalarında sıradan başlıklar olarak yer buluyor kendine şiddet haberleri. En fazla spiker “yine bir şiddet” haberi deyip sıklığına vurgu yapıyor ve yüzünü biraz ekşitiyor.
Sonra kadınlar gününde tekrar çiçek olduğu hatırlatılıyor kadınlara. Bazı yetkililer de “dövün ama hafifçe” diyerek şiddetin meşru derecesini bildiriyor. Üç çocuk yetmez beş çocuk anası olmaları, evlerinin kadını olmaları isteniyor.
Bir de namus gibi bir yükleri var kadınların omuzlarında. Onu yere düşürmeden, sağa sola çarpmadan taşımaları gerekiyor. Çünkü, bu yük bir onlara bahşedilmiş. Bir adam göğsünü gere gere konuşuyor spikere, “namus benim karımdır, benden habersiz dışarı adımını bile atmaz”. Erkeğin “hovarda” olanı makbul olsa da, kadın türünün “namuslu” olanı makbuldür. Aksi halde bir namus cinayetine kurban gidersiniz. Hakim karşısında “namusumu korudum” demek de (ayrık kararlar dışarıda tutulursa) yeteceğine göre, işlenen suç makbul cinayet sayılabilir. Pek çok olayda, şiddet faillerine haksız tahrik hükmüyle birlikte faile iyi hal indirimi de uygulanıyor. Bu örnekler, yargı düzleminde de eşitlik düşüncesini içselleştirilmediğini ve zihinlerdeki ataerkilliğin çok güçlü olduğunu gösteriyor.
Tablo gerçekten çok ürkütücü ve günden güne daha da korkunç bir hal alıyor. Biliyoruz ki, aileden, topluma ve devlete kadar her yere ve her şeye sirayet eden bu eril yapı değişmedikçe kadınlar daha çok acı çekecek. İnsan düşünüyor böyle nereye kadar gidecek bu şiddet diye. Öyle anlaşılıyor ki, kadınların sesinin ve sözünün her zamankinden daha güçlü çıkması gerekiyor. (EB/ÇT)