Daha sözün başında Lice’de 18’indeki bir gencin kurşunlanarak katledilmesi üzerine hükümet cephesinden “Karakolları istemeyip protesto etme eylemlerinde provokatif tavır sergileme işi uyuşturucu baronlarının işidir” sözünü duyunca, işte dedim tam devlet tavrı.
Bir yandan Kürdistan’ın her alanına heronlarla, dağ taş güvenlik birimleriyle “hâkim olduğunuzu” cümle âleme beyan edeceksiniz! Öte yandan “habersiz kuş dahi uçurtmadığınızı” dillendirdiğiniz alanlar olan dağda bayırda hint keneviri ve afyon sakızı ekili olduğunu ve bunların ekiminin de, rantının da “örgüte ait” olduğunu dile getireceksiniz.
Uzaydan map ile, bilmem hangi teknoloji ile yüz metrekarelik alanın imar tecavüzünü bile belgeleyip hesap soran bir devlet, nasıl olur da dağ başındaki, kırsal alandaki karakolların hemen yanı başındaki esrar tarlalarını görmez! Hayret ki, ne hayret!
İşin açıkçası bunca yıldır basında yazılan ve paylaşılan paylaşılmayıp da sadece konuşulan onca hikâyenin okuru ve kulak misafiri olduğum kadarıyla şunu bilir, şunu söylerim. Eğer bölgede uyuşturucu baronluğu varsa ki var. Bu baronların bir tekinin bile kamu görevlilerinin ortaklığı, ya da göz yumması olmadan bir tek gram uyuşturucuyu bölgeden dışarı çıkartamayacağını ve bölgede ya da başka diyarlarda pazarlayamayacağını bunca yılın görgüsüyle bilenlerdenim.
Bu bilgilenmemin sayısız örneklerini yine narko-kriminal yargıya yansımış ya da haber ve kitap düzeyinde kalıp yansımamış bilgilerden biliyorum / biliyoruz.
Mesela çarpıcı bir örnektir. Hollanda’da ömür boyu hapis cezası nedeniyle hapis yatan Hüseyin Baybaşin’in yazar Mahmut Baksi’ye birebir anlatılarından oluşan kitabı “Teyrê Baz” yukarıdan aşağıya ya da tersine prizmatik bir şekilde uyuşturucu işinin devlet, mafya, siyaset ve bürokrasi çarkı içinde nasıl bir döngü ve paylaşım çerçevesinde yürüdüğünü anlatır.
Ha! Bir de unutmadan 1990’lı yıllarla birlikte Kürdistan’dan yaşanan büyük ve zorunlu Kürt göçü ve binlerce boşaltılmış köy, bölgenin insansızlaşmasını beraberinde getirdi. Sonra kimi korucular, “malum ortakları” ile birlikte uyuşturucu işine de bulaştılar. O boşaltılan köylerin arazilerine eğer Tanrı kenevir tohumunu serpmediyse sahi sizce o boş ve yasak güvenlikli bölgelere kim uyuşturucuyu ekti ki!
Kürt siyasetinin devlet ve hükümete hitaben yüksek sesle ve de kitlesellikle “Hükümet, adım at” demesini; “uyuşturucu” gerekçelendirilmesi hatta “provakasyon” gerekçelendirilmesi dâhil siyasal iktidarın öteleyerek görmezden gelmesi, siyasetin diliyle tek kelimeyle aymazlıktır.
Gerekleri henüz yerine getirilmemiş olsa da, dili henüz ıslah edilmemiş olsa da, hatta daha da ileri giderek henüz söylem düzeyinde kaldığı aşikâr olsa da; adına “Barış, birlikte yaşama ve çözüm süreci” denilen mekanizma gündemden düşmüş değil. Çünkü sayın Öcalan sürecin “kaygılı” olunsa dahi hâla yürüdüğünü söylüyor. Gerillaların geri çekilme yürüyüşü devam ediyor. Çatışmasızlık hali kimi ölümlü ve elbette hesabı ödenmesi gerekli “yol kazalarına” rağmen hâla devam ediyor.
Kalıcı barışı kurumsallaştırmak, gündelik hayatta siyaseten “öne çıkma” ya da söylemi veya eylemi ile karşıtına “baskın çıkma” dil ve davranışlarından çok daha anlamlı ve kıymetli bir iştir. Bu hükümet açısından da Kürt siyaseti açısından da böyle olmak durumundadır. Bu ilişki ağı içinde Kürt halkı ve Kürt siyaseti mağdur benliğin tarafıdır. Dolayısıyla Kürt siyaseti, Hükümetten sağlam adım atmasını beklemek ve diliyle, davranışıyla sürece uygun davranmasını talep etmek hakkına sahiptir. Hükümetin “süreci provoke ediyorsunuz” gibi ucuz söylemin ardına mevzilenerek, sürecin tahribinden medet ummaya yeltenmesinin anlaşılır tarafı yoktur.
Kürtler sürecin başından beri en tepedeki şahsiyetlerinden başlayarak, Sayın Öcalan başta olmak üzere, Sayın Murat Karayılan ve Sayın Remzi Kartal dâhil diğer bütün siyasal aktörleriyle süregiden çatışmasızlık ve barış sürecinin tahrip edicisi olmayacaklarını yüksek sesle dile getirdiler / getiriyorlar.
Evet dile getiriyorlar da! Bunun bir de kitle boyutu var. Orta yerdeki çıplak sorudur: Eğer Kürt siyaseti kitlesine hâkim olmasaydı, bu süreç bugüne kadar sürecin başladığı tarihten bu yana hükümet tarafından henüz hiçbir adım atılmamışken kazasız belasız yürüyebilir miydi? Sanırım bu opsiyonu hükümet çevreleri fark ediyordur! Etmiyorlar da, sade “kendi başarıları” gibi algılıyorlarsa sahiden ciddi bir “saflıkla” karşı karşıyadırlar, söylemeliyim.
Gezi Parkı eylemlilikleri; Türkiye çapında hükümeti-devleti ciddi ölçülerde “kendine getirme” eylemleriydi. Türkiye’nin batı yakasında sıradan bir “beyaz Türk”ün dahi onlarca yıldır Kürt’ün katmerlisini yaşadığı savaş halinin aslında görünmeyen yüzünün ne olduğunu sahiden öğrenmelerine sebep oldu. Öğrenirken de Kürde hak verme hakkaniyetini de beraberinde getirdi. Bakın Lice’de katledilen onsekiz yaşındaki Medeni Yıldırım için İstanbul dâhil batı yakadaki şehirlerde de ilk kez bunca tepki oluştu. Bu Gezi eylemliliğinin artısı olarak okunmalı.
Şimdi, tam da bu süreçte, hükümet sahiden önümüzdeki günlerde provokasyon, uyuşturucu baronları falan filan bahanelerinin ardına sığınmadan “adım at”mak ve “çözüm paketleri” çıkarmayı geciktirmeden hayata katmak zorunda. Hem de çok acil. Başka da bir seçeneği yok. (ŞD/HK/YY)