“Gözlerim yaşını yutan bir kuyu dibi/ Vakit mi bıraktılar hayatı paylaşmaya”
Gönüle taht kuran, iz bırakan, daha iyi bir hayatı, eşit bir dünya hayali kurmanın bedelinin ölüm olduğunu bilerek, onurlu yürüyüşünden dönmeyen, sosyalist bir kimlikten söz etmeye çalışacağım.
Talat Türkoğlu’ndan.
O kapanmayan yaramdan, yaralarımızdan biridir.
Giden gelmez bilirim/ Gün dönmez, acı yenmez/ Analar düşer yollara elleri mum izleri/ Ölüm toyunu kurmuş tadı kaçmış yaşamın/ Katiller vekil olmuş/ Kapı kapı geziyor ölüm habercileri”
Eşi Hasene’yle İHD’de (İnsan Hakları derneği) tanışmıştık. 1996’da Talat cezaevindeydi. Hasene, bir gün bana, “Bayrampaşa Cezaevine, Talat’ı ziyarete gideceğim, sen de gelir misin” dedi?
(O tarihlerde, akrabalık ilişkisi olmayan biri, herhangi bir arkadaşını ve ya bir tanıdığını, dostunu cezaevlerinde ziyaret edebiliyordu.)
Doğrusu herhangi bir cezaevini o güne kadar ziyaret etmemiştim ve çok merak ediyordum.
Sorunsuz bir şekilde içeri alındık.
Birkaç aramadan sonra görüş kabininin önünde, parmaklıkların arkasındaydık.
Talat beni isim olarak tanıyormuş, çok mutlu olmuştu. Hatta benimle tanıştırmak için, Mehmet Güneş’i de, ziyaret yerine çağırmıştı.
Böylece her iki güzel insanla da tanışmış oldum.
Her ikisi de cumartesi annelerinin eylemini, cumartesi oturumlarını çok önemsiyordu.
Bana anneleri yalnız bırakmamamız gerektiğini, birkaç defa tekrarlayıp durmuşlardı.
Ziyaretimiz boyunca, gayet keyifli olmaları, peş peşe espriler yaparak, bizi güldürüp hatta eğlendirmeye çalışmaları, bana oldukça tuhaf gelmişti!
Sanki cezaevinde değil de bir tatil beldesinde gibi görünüyorlardı. Yüreğimde kocaman bir sıkıntıyla girdiğim cezaevi kapısından, gayet rahatlamış bir şekilde çıkmıştım.
“Bu ülkede yaşadığım her şey azalttı beni/ Kalbime dargın durdum çoğaldıkça ölüler”
Günü geldiğinde, Talat cezaevinden çıktı.
Birçok defa buluştuk, sevincimizi, sıkıntılarımızı paylaştık. Aynı sofrada yemek yedik, çay, kahve içtik. O zamanlar Bilim Eğitim Estetik Kültür Sanat Araştırmaları Vakfı (BEKSAV) da, sanat danışmanı olarak işe başlamıştım.
Eşimden yeni ayrılmış, evden çantamı alıp çıktığım için, Üsküdar’da bir ev tutmuş, bomboş bir evde yaşıyordum.
Çıkan kiracıdan bir çekyat altı kalmıştı, onun üzerinde uyuyordum.
Çarşaf niyetine elbiselerimi kullanıyordum.
Bir gün kapım çaldığında, elleri poşetlerle dolu, Talat’la Hasene’yi karşımda bulmuştum.
Bana tencere, tava, tabak, bardak, çatal, kaşık gibi mutfak araç gereçleri getirmişlerdi.
Kitapları yerde gören Talat “ben sana kitap rafı yaparım” dedi.
Birkaç gün sonra kapıdaydı.
Hiç unutamam, Talat’a kahve yapamadığım için çok üzülmüştüm.
Çünkü evde tüp yoktu, henüz alamamıştım.
“Kusura bakma, sana bir kahve bile ikram edemiyorum” dedim.
“Üzüldüğün şeye bak, daha çok kahveni içmeye geleceğiz” dedi.
“Şimdilik bunları buraya bırakıyorum, bir hafta sonra gelip, rafları yapacağım” diye, matkabı, tahtaları, ipleri, çivileri salonun ortasına bırakıp gitti…
“İkizler doğuracak yakında/ Acı/ Fuhuş yapıyor gözyaşlarıyla/ Kurutup kaldırdık düşleri/ Karpuz kabuğuna yazılan şivesiz parmaklarla/ Aslı’nın düğmeleri çözük/ Kerem tutuşmaz bir daha”
Aradan günler haftalar geçmeye başladı. Salonun ortasında yapılacak rafın araç gereçleri ve Talat’ın matkabı öylece, boynu bükük hüzün içinde yüzüme bakıp duruyorlardı.
Hatta “Bir insan neden gelemediğini haber vermez?” diye içimden sitem ediyordum.
Sanırım bir ay sonraydı, Avukat Gülizar Tuncer’den telefon geldi. “Suna Abla İnsan Hakları Derneğinde buluşabilir miyiz? Bir şeyler soracak oldum “yüz yüze konuşmamız gerekiyor” dedi.
Önemli bir şey olduğunu anlamıştım.
İçimde müthiş bir sıkıntı ve telaşla derneğe gittim.
Acı gerçeği öğrenmenin o karmaşık duygu yıkımını anlatabilecek söz bulamıyorum!
Sonuç olarak Talat Türkoğlu bir aydır kayıptı.
Belki bir yerlerden çıkıp gelir diye bir ay beklemişlerdi.
Avukat Gülizar Tuncer hem ortak arkadaşımız, dostumuz, hem de Talat’ın avukatıydı.
“Birkaç gün içinde basın açıklaması yapacağız” dedi.
“Hasene nasıl” dedim “kötü” dedi.
Gülizar Tuncer, Leman Yurtsever’le birlikte Hasene’ye gittik.
Sonrası tufandı…
“Bir sorabilsek zeze/ Neden hep ölüyor iyi düşçüler/ Sorsak/ Genç mezarlar cevap verecek/ Bizi/ size dil olmayalım diye öldürdüler”
Talat’ın cumartesi alanına taşınacak fotoğrafları hazırlandı, el ilanları basıldı… Sokaklarda, caddelerde alanlarda el ilanları dağıtarak, Talat Türkoğlu’nu soruyorduk. Çok önemsediği, gözaltında kayıp annelerinin yanında, Talat Türkoğlu’nun fotoğrafıyla oturuyorduk!
Anneler Talat’ın fotoğrafını, kayıp çocuklarının fotoğrafının yanına eklemişti! Vurgun yemişiz gibi geçiyordu o günler.
(Ben üç ay boyunca evime gidip kapısını hiç açmamıştım. Talat’ın matkabı beni bekliyordu, duvar yerine kalbimi oyacağını biliyor ve korkuyordum!)
Talat’ın evinde, hatta yatağında Hasene ile birlikte uyuyordum!
Hasene yalnız uyuyamıyor, onunla uyumam için ısrar ediyordu.
Dayanılacak gibi değildi. Ama insan derisi çatlamıyor geniştir, bir şekilde dayanıyor. Zaten uyuduğumuzda yoktu.
Hasene sabahlara kadar Talat’ı anlatıyor.
Bazen karşılıklı, bazen için için ağlaşıyoruz.
Yattığı yatak, yemek yediği masa, oturduğu koltuk, giysileri, terliği, ayakkabıları gözümüzün önünde, yetim kalmış çocuk hüznü ve acısıyla bizimle yaşıyordu.
Evin çevresinde, sokak köşelerinde sürekli birilerini görüyoruz. Gözlem altındayız. Takip ediliyoruz. Sinirlerimizi hallaç pamuğu gibi atıyorlar.
Yok, ettiklerinin acısını, kendi kendimizle bile yaşamamıza izin vermiyorlar!
Gülizar Tuncer, Leman Yurtsever ve ben Hasene’yi hiç yalnız bırakmıyoruz.
Ben Avcılar, Kadıköy, Taksim arasında paralanıp duruyorum.
Yakından tanıdığım birinin kayıp oluşuna ilk tanıklık ettiğim için, evlatları gözaltında kaybedilen annelerin yerine, koymaya çalışıyorum kendimi!
Nasıl dayandıklarını merak ediyorum!
Çünkü kayıp acısı dayanılacak gibi bir şey değil!
Anneleri düşündükçe eriyip döküldüğümü hissediyorum.
Oğlum gelirde duymam diye, yıllarca açık bırakılan kapılar! Aç gelir diye her gün ayrılan yemekler! Uykusuz gelir diye her gün açılıp toplanan yataklar!
Aynı öteki kayıplarımızda yaptıkları gibi, Talat için de çalınan her kapı duvar olmuştu, kime sorulursa sorulsun “Bizde yok” cevabı alınıyordu. Bu çaresizliğin tarifi yoktur…
“Yüzün her cumartesi/ Afişlerde kâğıt ve bez/ Vitrindedir!/ Güvercinlerin ürkmüş kanadının gölgesi/ çekilmiş son fotoğrafta gözlerin/ Donmuş kalbimin içinde/ Birlikte otururuz/ Her sorulanın adı yok!/ Sanki hiç olmadınız.”
Talat Türkoğlu, çok güzel bir insandı.
Devrimci güzelliklerin her zerresini üzerinde, gülüşünde, yüreğinde, yaşam tarzında taşıyordu.
Neyse oydu. Onda zerre kadar çelişki taşıyan hiçbir davranışa, söze rastlamamıştım.
“İlk defa” bütün sosyalist devrimci örgütler ortak karar alarak, 1996. 1 Mayıs’nda Talat Türkoğlu’nun fotoğrafını taşımışlardı.
Binlerce Talat alana akıyordu.
Nereye baksam binlerce Talat bakıyordu yüzüme!
Bu manzara, insan güzelliğinin, ortaklaşa bir duyguda değer bulmasının, âmâsız sevilmesinin bir göstergesiydi!
“ Acı dipten tepeye yayılan dalga cinnet/ Gözleri iki boş damladır görmez/ Kurşun iter parmakları genç yaşımı hedefler/ Ve ölümler/ Perde iner gezinir vatangiller!”
Talat daha öncede çok defa gözaltına alınmış, yoğun ve ağır işkencelerden geçmişti. Ömrünün en güzel yılları, cezaevi duvarlarının arasında tükenmişti.
Yaşadığı hiçbir şey, ne yaşama sevincini azaltmış ne de neşesine, espri gücüne zerre kadar gölge düşürebilmişti.
Sosyalist düşünceye bağlı, hayat dolu bir insandı.
Talat’ın kaybıyla ilgili, İnsan Hakları Derneği’ne, ilgili devlet yetkililerine, Uluslararası Af Örgütü’ne, başvurular yapıldı. Önergeler verilerek meclise taşındı ama bir sonuç alınamadı.
Nereye sorulsa sorulsun, verilen cevap “Bizde yok, biz gözaltına almadık” oluyordu.
Ta ki JİTEM mensubu “Kasım Açık” adında bir itirafçı ortaya çıkana kadar.
“1997 yılında Talat Türkoğlu’nun eşkâl ve giysi bilgilerini eksiksiz veren, JİTEM mensubu Kasım Açık, Talat Türkoğlu’nun Edirne yakınlarında bulunan Çadırkent’te polisler, askerler ve itirafçılardan oluşan bir ekip tarafından sorgulandığını itiraf etti. Talat Türkoğlu’nun öldürülerek cesedinin Meriç Nehri’ne atıldığını söyledi. Olay yerinin krokisini çizdi. Olaya katılanların isimlerini verdi. Tüm bunları detaylı biçimde yazılı ve imzalı olarak beyan etti.” *
Talat Türkoğlu sosyalist kimliği “suç” kabul edilerek, işkenceyle öldürüldüğünde 45 yaşındaydı.
Talat’ın annesi Ziyneti anneye, ne Türkiye’nin Ahim tarafından mahkûm edildiği, ne Avukat Gülizar Tuncer’in, Kasım Açık’ın itirafından sonra, Edirne savcılığına başvurusunun, zaman aşımı bahanesiyle reddedildiği ve dosyanın kapatıldığını hiç söyleyemediler.
Çünkü, Ziyneti annenin umudunun kırılmasını kızları istemiyordu. “Öğrenirse yaşayamaz” diyordu kızı Münübe Türkoğlu - Yeprem.
Ziyneti anne Talatsız yaşadığı sekiz yıl boyunca, “Kızanımdan haber var mı?” diye inleyip durdu.
Gözleri yolda, kulakları seste kaldı.
Sekiz yıl boyunca bir daha da, Talat’ın çok sevdiği kıymalı böreği hiç yapmadı, yapamadı.
Öteki annelerimiz gibi “ kızanım” diye diye, özlem ve acı içinde göçüp gitti bu dünyadan.
“Dayan/ Bizde her gün ölümdür ağırlanan/ Manzara çığlık ve yangın/ utanırım yaşanmayan aşklardan”
Annelerimizin, cumartesi insanlarının her cumartesi bir araya gelip, adalet aradığı, kayıplarının izini sürdüğü, birbirine dokunarak hayatta kalmaya çalıştığı, acısını, yasını paylaştığı, annelerin oturumuyla anlam bulan o alanı bile annelere çok gören, yasaklayan, İnsan Hakları Derneği’nin önüne sıkıştıran, annelerimize bir parça kemiği, teselli bulacağı bir mezarı bile çok gören bu zalim ve vicdansız yetkilileri, hiç ama hiç affetmeyeceğiz…
* Cumartesi Anneleri ve insanlarının, 784’cü eylem açıklamasından alınmıştır.
No: Bölüm aralarında kullanılan şiirler Suna Aras’a aittir.