Makalenin İngilizcesi için tıklayın
Sanki bambaşka bir dünyada, yepyeni bir hayata gözlerimizi açmıştık.
Her şey sihir gibiydi.
Daha önce görmediğimiz ve hiç yaşamadığımız bir sihir.
27 Mayıs’tan 15 Haziran’a kadar, soluk soluğa süren, onurlu bir mücadele.
Gezi Direniş’i bize neler kazandırdı?
Hangi köklü duyguları içimizde sürekli yeşersin diye, aşılayıp bıraktı?
Meğerse kimse kimsenin, ırkını, kimliğini, cinsini, dinini, dilini, yaşam tarzını sorgulamadan, kardeşi gibi sarılabilirmiş!
Birbirinden çok farklı düşünceler, bir arada, barış içinde yaşayabilirmiş.
Yarasına mendil basıp, gazın yaktığı gözlere su taşıyabilirmiş.
Elindeki flamaya bakmadan, tehlikenin içinden, çekip alabilirmiş.
Ah o “üç beş ağaç”a ne çok şey borçluyuz!
İlk kıvılcımı çaktığı için!
Bizi bize, bizi kendimize tanıttığı için.
Bize kim olduğumuzu, insanlığımızı hatırlattığı için!
İçimize yepyeni bir ruhu, bitmeyen bir umut ışığını aşıladığı için!
Gezi’nin birleştirici, barışçı ruhunu, her zaman yaşayabileceğimiz inancını, içimize yerleştirip bıraktığı için. O “üç beş ağaca” çok şey borçluyuz!
"Gaz bombası ne güzel/ Bu gün çilekli olsun/ İster misin her çocuk/ Böyle çapulcu doğsun.”
Siyasi iktidarlar, pinokyo burnu gibi her an uzayan burunlarını halkların arasına soktuklarını, ayrımcılık, ırkçılık gibi suçlu duyguları, gün yirmi dört saat çeşitli yöntem ve aygıtlarla insanların iyi duygularını yıkayıp kötü duygularla beslediğini! Aslında insanların arasında hiçbir sorunun olmadığını Gezi’de yaşayarak öğrenmesek!
Yıllardır olduğu gibi ön yargıları ortadan kaldırma gibi bir şansımız olmayacaktı.
Çünkü deneyimleyerek yaşamak anlatmaya çalışmaktan çok daha önemli ve etkilidir.
Ve şunu gördük ki, düşüncesi ne olursa olsun, hangi inanca inanırsa inansın, insanlar birbiriyle, barış içinde, paylaşarak, dayanışarak, sıkıntılı anına koşarak, sofrasına, sohbetine davet ederek, bir arada, huzur içinde yaşamasını gayet iyi biliyor.
Gezi Parkı, hiçbir çocuğunu ayırt etmeyen bir ana kucağıydı!
Bir ana kucağı gibi, dostluğa, kardeşliğe, özgürlüğe, demokrasiye, barışa susamışları kucaklayıp sarıp sarmalayıp bağrına basmıştı.
O ana kucağı, bütün renkleri bir araya toplayıp, ülkeyi bir bahar bahçesine dönüştürmüştü.
Umudumuzu aydınlatan bir fener gibi, halkların önüne düşerek, evlere, balkonlara, yanıp sönen ışıklara, tencere tava seslerine dönüşerek, bütün ülkece birbirimize aynı duygudan ses vermenin hazzını, güzelliğini yaşatmıştı.
Gezi Direnişi, kötülükten, riyakârlıktan, ikiyüzlülükten uzak, birbirimize inanmanın notunu çok derin düştü kalbimize. Ayrımcılık diye bir şey yoktu. Kandil gecesi kutlanıyor, Cuma namazı kılınıyordu. Spor kulüpleri kol kolaydı.
Anneler çocuklarının önlerinde yürüyordu.
Kadınlar gezide, yollarda insan zinciri oluşturuyordu.
Gezi parkında, kimsenin kimseyi incittiği ne görüldü, ne duyuldu.
İnsanlar insanlara inanıyor, güveniyor seviyordu.
En önemlisi de paylaşmanın, barış içinde yaşamanın, insan ruhunun kötücül duygularını yok ettiğini öğreniyordu.
Evlerden, yayınevlerinden “Çapulcu Kütüphane” ye milyonlarca kitap yağıyordu.
Biz, Türkiye Yazarlar Sendikası olarak “Çapulcu Kütüphane”de görev almıştık.
Genç arkadaşlarımıza yardımcı oluyorduk.
Birlikte kolileri taşıyıp, bütün kitaplara tek tek “Gezi Parkı” diye kaşe vurup, kitapları içeriğine göre ayırıp dizerek, sabahtan akşama kadar saniye dinlenmeden kitap dağıtıyorduk.
Yüreğimizin coşkusu o kadar büyük ve fazlaydı ki, bedenimizin yorgunluğunu bize duyurmuyordu bile.
Barış ve demokrasi sevdalısı insanlarla yaşamak, bir şeyleri paylaşmak, her dilde şarkıya, türküye, halaya katılmak, insanın bütün negatif duygulardan arındırarak, insana farklı iyileştirici bir enerji yüklüyordu.
Yaşayarak, deneyerek, görerek öğrenmek çok önemlidir ve öğrendik!
Onun için “Gezi ruhu” dediğimiz o duyguyu, o inancı bir daha içimizden hiçbir güç söküp atamaz!
Bunu biliyoruz artık...
“Analar ah analar/ Yandı içiniz yandı/ Kalbimizin içine/ Yine kanlar damladı.”
Tabi ki bu coşkulu direniş, güllük gülistanlık içinde yaşanmıyordu!
Aynı zamanda, faşizmin öldürücü şiddeti altında
can pazarı yaşanıyordu!
Gezi, geziye çıkan yollar, sokaklar, sürekli saldırı altındaydı.
Gaz bombaları, plastik mermiler, tazyikli su sıkmalar,
Kısacası devlet bütün gücüyle, her çeşit saldırı aracıyla her kentte, direnişçilerin üzerine acımasızca saldırıyor ve bunu yaparken polisler, kask numaralarını saklıyorlardı!
Güvenlik güçlerinin yanı sıra eli sopalı, dönerci bıçakları, kesici aletlerle saldıran, yaralayan, öldüren, devlet destekli yaratıklar türemişti!
İktidar olanlar Gezi Direnişi'ne katılanları “çapulcu” ve “terörist” ilan edip, düşman saydıkça, devlet güçleriyle birlikte, kötülükten türemişler yol kesip can alıyordu ama ne yaparlarsa yapsınlar, İstanbul kucak açmıştı Gezi’ye. Her yaştan insan, alana karnavala gider gibi akıyordu.
Her alandan sanat insanı Gezi Direnişi’ni sahiplenmiş, Geziye yatak sermişlerdi.
Bir tarafımız, direnmenin onurlu gururunu yaşarken, bir taraftan da,
“Canımızdan can çekti firavunun cinneti” haberleriyle kanıyordu!
Ethem Sarısülük gözlerin önünde, kalbine nişan alan polis kurşunuyla öldürüldü!
Berkin Elvan, başına nişan alan polisin plastik mermisiyle vurularak, uzun süre direnmesine rağmen hayatını kaybetti. Mehmet Ayvalıtaş.
Abdullah Cömert. Ali İsmail Korkmaz.
Ahmet Atakan. Medeni Yıldırım. İrfan Tunç. Selim Önder. Zeynep Eryaşar. Serdar Kadakal. Kalbimizde izler bırakarak, Gezi Direnişi’nin ölümsüz ruhunda yerlerini aldılar.
Barışçıl bir eylem ve demokratik bir hak olan Gezi Direnişi’nde, kırktan fazla insanın gören gözünü görmez yaptılar.
Binlerce insan yaralandı, gözaltına alındı.
Bu can yakan kalıcı acılara rağmen!
Gezi Direniş’i bize çok önemli bir şey öğretti.
Birleşirsek bu zifiri karanlığı, kutuplaştırıcı aymazlığı, hukuksuzluğu, otoriter acımasız baskı düzenini yenebiliriz.
Barış içinde kardeşçe, huzur içinde nefes alabiliriz.
Bunu yapabiliriz… (SA/APA)
*Bölüm aralarında kullanılan şiirler Suna Aras’a aittir.
**Fotoğraflar: Dada Verd ve Barış Karadeniz / Flickr