Yaz aylarının bir günü öğlen vaktinde, kardeşimle birlikte bahçemizdeki arkın ayna gibi dupduru suyunda oynuyorduk. Ben suyu avuçlayıp havaya savurarak, su damlalarının nasıl inci tanelerine dönüştüğünü gösteriyordum, benden bir yaş küçük kardeşime.
Sanırım o tarihte kardeşim sekiz, ben dokuz yaşlarındaydım. Ninem ocakta yemek pişiriyor, dedem duvarın gölgesine çekilmiş, üstü kilim, minder, yastıklarla donatılmış tahtın üzerinde, yuvarlak yastıklara dirseklenerek, bahçemizden topladığım, domates, “gülbeser” (hıyar) yeşil soğanla salata yapıyordu.
Ninem bana seslenerek, sofrayı otağa sermemi istedi. Ben avucumdaki suyu havaya fırlatarak, bir koşu içeri girecektim ki, bahçemizin arka kapısından iki dilencinin geldiğini gördüm.
Dedem dua ederek yaklaşan dilencilere “yükünüzü indirin, arkta elinizi, yüzünüzü yıkayın, yemek yedikten sonra yolcularız sizi” dedi. Ben içeride söylenenleri duymuş, dedeme içimden öfkeyle söylenip duruyordum. “Ben dilencilerle aynı sofrada yemek yemem” diye.
Bir taraftan da “belki onlar dışarıda ki tahtın üstünde yerler” diye ümit ediyordum. Aslında çalışanlarımızla aynı sofrada yemeğimizi yerdik ama artık onlar aileden biri olmuşlardı. Ama ya dilenciler?
Hiç unutmam yemekte, tavuk, patates kızartması, pilav ve yoğurt çorbası vardı. Ben dışarıya çıktığımda dedem dilencilere “sofra hazır içeri geçin” diyordu. Ben ninemin yanına koşarak “dilencilerle aynı sofrada yemek yemem” diye tepiniyordum.
Ninem “sefehleme (saçmalama) hacı çok kızar” (dedem hacca gittiği için, ismi “Himmet” yerine, hacı diyorlardı) Ama ben direttim, hemen evimizin yanında ki dut ağacıma tırmandım. Ninem işaretle ne kadar aşağıya in dediyse de, ben omuzlarımı, bana ne der gibi silkerek, aşağı inmedim.
Tabi bu ara dedem içeriden seslenerek sofraya gitmemi istiyordu.
Sonuçta, ninem dedeme “hacı ben onu komşuya kadar gönderdim, gelince yemeğini veririm” diye, dedemi geçiştirmişti. Aslında o tarihlerde, çocuklar büyüklerin sofrasına oturamazlardı. Çocuklar ayrı bir sofrada yemeklerini yerdi.
Ama ben ve kardeşim biraz özel çocuklardık. Dedemin tek oğlu olan babam, yirmi iki yaşlarında ölmüş, ben üç, kardeşim iki yaşındayken yetim kalmıştık. Bu nedenle özel bir yerimiz vardı. Bir dediğimiz iki edilmezdi.
Bütün köy, akrabalarımız, kim varsa öykümüzü bilen, uzak, yakın tanıdıkların yanında kıymetliydik. Onun için dedem ben ve kardeşim olmadan, sofraya oturup yemek yemezdi. Bu yüzden de, özellikle ben oldukça şımarıktım diyebilirim.
Dedemler sofradan kalkıp dışarı çıktıklarında, ben tahtın üzerinde yemek yemekle meşguldüm.
Dedem hiç yüzüme bakmadan “ambarın anahtarını al, benimle gel” dedi. Ben hemen anahtarı alıp koşarak gidip ambarın kapısını açtım. Dedem dilencilerin torbasına, buğday ve pirinç doldurdu. Onlar da dua ederek torbalarını alıp gittiler.
Tam kapıyı kapatıp, kilidi halkasına takıyordum ki, dedem sertçe omzumdan tutmuş, beni kendine doğru çevirmişti. Ve cebinde ki horozlu aynasını çıkararak yüzüme tuttu. “O insanlardan fazla yerini göster bana” diyerek hiddetle, omzumu sıkarak beni silkeliyordu. İlk defa böyle sert bir tepkiyle karşılaşıyordum.
Aynası burnumun dibinde duruyordu. “Onlardan fazla neyin var göster” diye tekrarlayıp duruyordu. “Bir karış boyunla şimdiden insan ayırıyorsun. Ben ne diyeceğimi şaşırmış, bir aynaya bir dedemin yüzüne bakıyordum. Tabi ki hemen ağlamaya başlamıştım. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum.
Dedem aynasını cebine koyarken “ kızım” demişti. “Onların bizimle tek farkları, onların yoksul bizim varlıklı olmamızdır. Başka da bir şey değil, insanları bir daha hor görme” diyerek gitmişti.
Bunu neden anlattım?
Birincisi, hayatımı değiştiren, hiç unutmadığım gerçek bir deneyimdir. İkincisi, hep oluyor ama bilhassa son dönemlerde, dedemin horozlu aynasını bana hatırlatan, o kadar çok şey duyup, görüp, yaşıyoruz ki, horozlu ayna, kendini göstermek için, anılardan fırlayıp önüme düştü. Keşke herkesin, hepimizin cebinde, bir horozlu ayna olsa! Arada yüzümüze ve birbirimizin yüzüne tutsak!
“Vatan nimetlerini vatan aşkıyla şöyle/ Taşkın bir iştah ile silip süpürdüğünü!/ Bilmem bilir misiniz?/ Kenefi ters çevirip, besmeleyle başına!/ Ağzını yüzünde büzüştürürken/ Orasının keyifle güldüğünü!// Eller var ya Ellerimiz, bu ellerimiz/ İnsanın yaşadığı hayata benzer/ Sözsüz anlatır her şeyi/ Kaynatsak da karışır mı acaba?/ Bir getirin yan yana onlarla sizinkini// Hani Kaşık kaşık diyorum/ Birisi sana, birisi ona/ Bak bakalım kalacak mı o zaman/ Toplumsal ağulanma!”
Korona virüs, yedi milyardan fazla insanın yaşadığı, dünya yüzünün ezberini bozdu. Yedi milyardan fazla insanın eli yüreğinin üzerinde, aklında bin bir soru işareti, ölümle yaşam arasında kendilerini korumaya çalışıyorlar.
Virüs, ülkelerin üzerine giderken, elini beline koyarak böbürlenenlerin, kabadayılık taslayanların, bu devletten o devlete atlayarak, neredeyse bomba yağdırmadıkları toprak bırakmayanların, forsunu yerle bir etmiş durumda. “Bir dakika kendinize gelin, çok azdınız” diyerek, dünya devletlerinin, yakasından tutup şöyle bir silkeliyor!
Bu insanlığın hayrına mıdır, şerrine midir onu da ilerleyen günlerde göreceğiz.
Savaş araç gereçlerine gelince, bonkör kesilen devletler, meğerse alımlı görünmek için, yüzüne boyalı bir maske geçirerek, çürük bir ceviz gibi dikiliyorlarmış oracıkta! Her zamanki gibi, ne halkın sağlığı düşünülmüş, ne de herhangi bir felaket için hazırlık yapılmış.
Oysaki ne salgınlar gelip geçmiş bu dünyanın üstünden, Kara vebasından, kolerasına, Rus gribinden, İspanyol gribine kadar birçok isimle adlandırılan birçok salgın. Bu salgınlar, milyonlarca insanı kırımdan geçirerek, toprağa katmış.
Ama bu salgınlar ne devlet kulaklarına küpe olmuş, ne de herhangi bir devletin hafızasında yer almış. Yokmuş gibi silip atmışlar hafızalarından! İnsanların hayatlarından ve sağlıklarından sorumlu olan devletler, devlet yöneticileri bu foyaları bu kargaşada görünmesin diye, bir cambaz gibi oradan oraya atlayarak, toplumların dikkatini başka yerlere çekmek için, tiyatro oyunculuğuna soyunmuşlar.
Ama ne oyunculuk! Neredeyse el parmaklarının üzerinde yürüyecekler, bu acımasız, vicdansız, ahlaksız, yönetim biçimleri bitiş çizgileri olmasın diye.
Hâlâ utanmadan, sıkılmadan ayrımcılık yapma peşindeler. Ona, buna suç atarak, suçlayarak, kendinden saymadıklarının elini dilini budamaya çalışarak, virüsten bile medet umuyorlar! Varsa yoksa kendi varlıkları! İşçidir, yoksuldur, işsizdir, göçmendir, sokak çocuklarıdır, gündelikçilerdir, sağlıkçılardır, kimsenin umurunda değil. “sağlıkta şiddet yasası” bile, iktidarda olan parti oylarıyla reddediliyorsa, bir durup düşünmemiz gerekiyor.
Ülkemizde can, değeri en düşük değerdir diyebiliriz!
Çünkü bu ülke öteden beri, ölümden, zulümden, yasaktan, baskıdan, ayrımcılıktan beslenen iktidarlar tarafından yönetildi. Bu kötü huya, o kadar kötü alıştılar ki, kim gelse yaşam biçimine dönüştürdü. Ayrımcılığı dibine kadar dayatarak, iktidarlarını bununla beslemeye çalıştılar ve çalışıyorlar. Bu günkü iktidar da, korona virüs tedbiri diye, öteden beri içinde beslediği, niyeti, hayata geçirmenin peşinde.
İnsanı ürpertiyor.
Korona virüs infaz tasarısında, ne vicdan var, ne merhamet var, ne ahlak var.
Acaba böyle mi düşünüyorlar (Bunlar bizden olmayan muhalif insanlar! Bizim için, ölüleri dirilerinden daha hayırlıdır! Siyasetçi, aydın, gazeteci, öğrenci, eş belediye başkanları, akademisyen, yazar gibi sıfatlar taşıdıklarına bakmayın. Sıkıntı üstüne sıkıntı yaratan, terör destekleyicisi bunlar. Sanki mübarekler bir koroda şarkı söyler gibi, hep bir ağızdan, özgürlük diyor, eşitlik diyor, hak diyor, hukuk diyor, adalet diyor, demokrasi diyor! Bulduklarıyla yetinsinler efendim. Fazlası lükse girer! En iyisi onları, dört duvarın içinde, korona virüsle baş başa bırakmak! Ölseler de “takdiri ilahi” der, işin içinden sıyrılırız) diye, insanın aklına bin bir türlü olumsuz düşünce geliyor!
“Halatını kesme bu geminin, taş çekme sarayından!/ Gönül bu, çökerse, düşer devlet!/ Cinayet olur ötesi, hiç söylemedi deme/ En Hintli kumaşlardan nimettir, aşk bu/ Aşerme ayıdır aşk ayrılığın/ Aşuresi Kerbela/ Gel bu halatı kesme, dönüyor başım// Fildişi bir kule midir, şiir bu güzergâhta/ Elim ayağım buz, tenimde kar kütlesi/ Başımda müthiş bir ağrı, Adolf Hitler imzalı!/ Ve sonuncu intiharın en ırkçı fanatizmi!// Nesidir bu başbuğun?/ Vatan minaresinde kükreyen cellât!/ Ki yâd eder istiklali bir U sesiyle teper!/ Kan hali ibresi titrer, içinde kan bitleri!/ Ne tuhaf/ Sevginin ölçülmesi terk et babında/ Veba bulaşıyor her güne sabah, akşam!// Mürteci, gel bu halatı kesme, nasıl desem?/ Nasıl etsem, neylesem?/ Bir şey dönüyor başımda!/ Bu film de görülmüştü, bu filmin senaryosu/ Bulantı, bunaltıyor, oyunu kan tadında!”
İlk konuşulduğu günden beri birçoğumuz, ben de dâhil, korona infaz yasasının çıkmasını istedik. Bu zor günlerden geçerken, toplumsal barışa katkı sunacak diye düşünüyorduk. Galiba her zamanki gibi yine saflığımız tutmuş ki, aklımızın ucundan dahi geçmemiş, tecavüzcüler, katiller, uyuşturucu tacirleri, çete elebaşçıları ve bombacılar içinmiş, çıkarılmaya çalışılan bu yasa! Meğerse muhalefet diye anılan kesime yine ölüm, yine zulüm düşüyormuş!
Peki, bu kadar ağır ve apaçık bir kötülüğü bu toplum kaldırabilir mi?
Hem kimin adına bu katiller, tecavüzcüler, çeteciler, bombacılar affediliyor! Katledilen kadınlar adına mı? Tecavüze uğrayan çocuklar ve kadınlar adına mı? Roboski katliamı, Soma faciası, Aladağ yangını, Çorlu tren kazası, Ankara garı saldırısı katliamı, Suruç katliamı, Reyhanlı, Diyarbakır katliamı, Gezi direnişi nedeniyle katledilen gençlerin davaları ve yüzlerce adalet bekleyen dava sonuçlanmadan, sorumlu ve suçlularının tamamı, nasıl af indiriminden yararlandırılır ya da affedilir?
Ateş düştüğü yeri hâlâ yakarken, ne adına, kim kimi nasıl affediyor?
Bu ülkede demokrasi ve barış istiyor diye, katledilen insan öykülerini ve acılarını ucuca ekleme gibi bir şansımız olsaydı, dünyayı kaç defa sarardı acaba? Bu acılar derindir, büyüktür, unutulmazdır…
Bunun karşısında, zaten hiç olmayan, vicdandan, haktan, hukuktan, adaletten, insan hakları gibi değerler zincirinden söz etmek mümkün değilken, nasıl salınır katiller sokaklara?
Bu can pazarı günlerinde, mazlumun yanında değil de, zalimin yanında yer almak, nasıl bir şeydir?
Yoksa kara niyet midir bu kötücül menzili işaret eden?
Böylece, fırsat fırsattır diyerek, kendinden olmayanlardan, intikam alma yasası mıdır bu yasa?
Eğer böyleyse, bu ayrılıkçı yasa, eşitsizliği, ayrımcılığı derinleştirmeyecek mi?
Bunun devlete, bu devlet sınırları içinde yaşayan insanlara, hatta hükümet edenlere, kötülükten başka ne getirebilir ki?
Böyle bir uygulamanın, silahla çekip vurmaktan ya da idamdan ne farkı var?
Oysaki makbul olan, iyi olan, insani olan, hak olan, yaşamak ve yaşatmaktır!
Yasalar önünde eşit davranmaktır. Virüsten, zulümden, ölümden medet ummak değil. Bu ülkede saltanat sürenler, bu ülkeye minnet duymasalar bile, en azından ülkeyi uçuruma yuvarlamasalar bari!
Zaten uçurumun kıyısında, kanadı kırık bir kuş gibi, bir ileri, bir geri titreyip duruyor ülke!
Ayrıştırmayı derinleştirmek, canı burnunda yaşayan bizimki gibi ülkelerde yaşayan toplumlar için, ateşe benzin dökmeye benzemez mi?
Düşüncesi bile travma yaratırken, hayata geçirildiğinde ne olur orasını düşünmek bile istemiyor insan!
Bu son sözler, dilerim ki yazanın paranoyası olsun!
Sanırım birileri canımızı yakmak istiyor!
Yakma noktası da, dört duvarın arasına sıkıştırılan insanlar seçilmiş!
Canımızı yakma görevi de Koronavirüse verilmiş! (SA/APA)
* Suna Aras'ın Horoz Aynası yazısı İnfaz Düzenlemesi'nin yasalaşması öncesi yazıldı.