“Umut, en büyük talihtir.”
13. yazılamaya Umuda Bir İlgi adını verdik. Bu, dizimizin nefeslendiğimiz ikinci durağı. İlki, yedinci yazılamaydı: Sevgiye Bir İlgi
Yazılamaya Çin atasözü ile başladık. Evet, umut, en büyük talih. Aristoteles'e göreyse umut, uyanan bir insanın rüyasıdır. Hayat, mazinin açtığı yolda geleceğin projeksiyonuyla şimdide yaşanır.
Olanaklı dünyanın mevcudu üzerinde yükselir. Bizler ancak olanı olana referansla hareket edebiliriz. Olansa birden çok ontolojik katmanda varlık kazanır. Kimileri fikir ya da düşünce kimileri olgusal gerçeklikte kimileriyse birer imkan olarak Hayatımıza içkindir. Demokrasi bir fikir, iklim olayları olgusal gerçeklik, adalet, özgürlük gibi değerlerse birer imkandır. Bu üçlü ontolojik katmanın birbirine katışmasının meyvesi de işte içinde nefes aldığımız Hayat/ımızdır.
Herhangi bir güçlükle karşılaştığımızda sıklıkla tanık olduğumuz eğilim, elde olmayanlardan yakınma eğilimidir. Sorunlarımızı elimizde olanlarla çözeriz ama bunları harekete geçiren, deyim yerindeyse eskilerin tabiriyle kuvveden fiile geçiren düşüncelerimizdir. Logos, Yaşamı önceler. İnsan türünün yaşamla ilişkilenme biçiminin indirgenebileceği kültürel olmaklığı, onun mana varlığını imler.
İnsanın mana valığı varlığı olması, olanaklı dünyasını tek boyutluluktan uzaklaştırır. Üçlü ontolojik katmanla kuşatılmış halde yaşıyoruz. Bunların etkileşiminden üretiyoruz Hayatımızı. Her katmanın göreli biçimde uyumundan dengeli de denebilecek öncelikle kendiyle, çevresiyle ve toplumla barışçıllık doğuyor.
Varoluşumuz, bir anlamda bu üçlü katmanın bileşkesi. Sorunlarımız da çözümlerimiz de sevinçlerimiz de çatışmalarımız da bunların birbiriyle ilişkisinden doğuyor. İşte bu nedenle varoluşumuz, bir yandan sorunların kaynağı olurken diğer yandan çözümlerin olanalığını olanağını taşıyorlar. Yaşamı, tam da şimdi yaşadığımız Hayatı anlamak adına olana bütünlüğünde bakmak, kadrajı genişletmek, kroniği maziden almak gibi deyimler sıkça kullanılır. Bunların ortak özelliği bağlamı aramak, tekilliğinde ele almamak çünkü her şey bir örüntünün içinde belirip anlam kazanıyor.
Sözlükler, ortak belleğimiz. Dilimiz, evimiz. Anlam evrenimiz. Kelimeler de canlı tıpkı hayat gibi. Hayat değiştikçe içinde varolan kelimelerimiz, o kelimelerden örülü cümlelerimiz de değişiyor.
Umut, Türkçenin etimoloji sözlüğünde umut, um- “beklemek, yalvararak istemek” fiilinden evrilmiştir. umuğ, umunç "dilek, beklenti" anlamına gelir. Kelimenin beklemek, yalvararak istemek anlamları yazılamamız özelinde dikkate değer anlamlarındandır. İngilizcede hope, "geleceğe güven", özellikle "umudun temeli olarak Tanrı ya da İsa Mesih", fiil hali ise "arzulanan bir şeyin beklentisi" olarak "güven”; “umut edilen şey" ayrıca "umut için zemin veya temel” anlamlarıyla açıklanmış. İngilizce anlamında bağlamımız özelinde dikkatimizi çeken anlamı umudun temeli olarak güven.
Neleri umut ediyoruz? Umut ettiklerimiz değişse de umut hiç bitmiyor. Kimi zaman Nietzsche'nin “Umut en büyük kötülüktür çünkü işkenceyi uzatır” sözünü anıyoruz; kimi zaman başta andığımız Çin atasözünde olduğu gibi referans bir Yaşam/a ilkesi olarak görülüyor.
Umudumuz kastre ediliyor. O maymun deneyi bize söylüyor. Kafes deneyi. Kızım sana söylüyorum gelinim sen dinle. Güç berkitmek, seçilen simge kişiler ya da gruplar üzerinden işletilir.
Güç kullanmak, kendilerini güvende hissetmeyenlerin “çeperler”den merkeze gelmelerinin yolunu açar. Bunun en tipik örnekerini arasında muhtedilerin olduğu söylenebilir. Otonomimizi yitirdiğimiz ölçüde merkeze yaklaşabiliriz. Merkez, İktidardan pay almaktır bir bakıma; pay aldıkça, ülkenin temerküz kampına dönüşmesinin de aracına gödüşürüz.
George Robert Stephenson tarafından yapıldığı iddia edilen Beş maymun deneyinde tecrübesi ya da tanıklığı olmamasına rağmen ezbere kimi davranış örüntülerinin geliştirdiği savlanır.
Araştırmacı, tavanından muz salkımı sarkıtılan bir kafesin içine beş maymun koyar. Tavandaki muzu fark eden bir maymun, muzu almak için hareket ettiğinde kafesin içindeki bütün maymunlar tazyikli su ile cezalandırılırlar. Bir süre sonra muza yönelme ile tazyikli su ile cezalandırılma arasında neden - sonuç ilişkisi kuran maymunlar içlerinden biri muza yöneldiğinde diğerleri koro halinde onu döverek engellerler.
Evreni harmanlıyoruz
Araştırmacı, maymunlardan birini değiştirir. Yeni gelen, kafesteki dört maymunun deneyimine sahip değildir. Girer girmez kafesin tavanındaki muzu fark eder ve yönelir.
Diğerleri hemen ona mani olur. Araştırmacı tek tek maymunları değiştirir. Böylece kafesteki hiçbir maymunun belleğinde tazyikli su ile cezalandırılma anısı ya da deneyimi yoktur. Buna rağmen kafese yönelmezler, yönelmedikleri gibi yönelenleri döverek engellerler.
Bu deneyin bağlamımız özelinde bize ne söylediğinin izini sürmek için “bellek” kavramına bakalım. Nasıl oluyor da biri deneyim ona hiç tanık olmayanlara aktarılabiliyor? Her birimizin bir kişiliği var.
Bir dünya içine doğuyoruz. İçine doğduğumuz varlık alanına başta algılama, bilme, inanma olmak üzere çeşitli edimlerimizle yöneliyoruz. Yöneldiğimiz dünyaya dair bir algımız oluşuyor. Deyim yerindeyse bir anlam evreni harmanlıyoruz bunun içinden. Anlam dünyamızla seviyor, anlıyor, yargılıyor, hatırlıyor hatta görüyoruz.
Peki belleğimizin ontolojisi ne? Nasıl bir varlığa sahip? Daha sert bir ifadeyle öznesi biz olduğumuz ya da bizde taşınan bellek kimin? Türümüzün her tekinin dört ayrı belleği olduğu ileri sürülebilir: İlki, 3.9 milyar yaşındaki DNA yani canlılığın özü ya da temelinden gelen bellek; ikincisi, primatların; üçüncüsü kuşaktan kuşağa bize deneyimleri geçen atalarımızın dördüncü ve son olarak da bireysel olarak bizim belleğimiz. Bunların hiçbiri tekil olarak var değil. Bellek, belleğimiz dediğimiz şey, bunların toplamı.
Bu etimolojik, kuramsal, bilimsel değinileri altlık yapıp düşünmemizi bağlamımız özelinde sürdürelim. Bunlar bize ne söylüyor? Şimdi “Gülhane’den Gezi’ye… Yıldız’dan Beştepe’ye…” dediğimiz süreçte umudunu hiç kaybetmeyen bir halktan söz edebiliriz. Bunun karşısında da sürekli türümüzün bu yanını istismar eden İktidardan.
Berfo Ana
Burada yaşayanlar hayatın eziciliği, majör sorunların çokluğu altında ezilirken umut nefes oluyor? Onu her kim kaşırsa eğilimi o yönde oluyor. Ezoterizme yönelimlerle sorunların büyüklüğü arasındaki güçlü korelasyon, bize bir ışık tutabilir.
Belleğimizi kısa süreliğine yoklasak her birimizin ‘kimliği’ni de büyük oranda belirleyecek olaylar yan yana gelir ve bir tür canavarmışçasına çöreklenir üzerimize: sürgünler, techirler, katliamlar, pogromlar, yerinden edilmeler, gasplar, güç devşirmek için yapılan idamlar, rövanş için alınan idam kararları, idam kararlarını gülerek veren parlamenterler, başbakanlığı döneminde bir yolsuzluk soruşturmasına adı karışan dönemin başbakanının “verdimse ben verdim” demesi, yolsuzlukların araştırılmasını kahkahalar atarak engelleyen parlamenterler, kendi bankalarını soyanlar, “baklava çalan çocuk”ların ıslahevlerine gönderilmesi, eve girip çocukları ezerek öldüren panzerler, gözaltında kaybedilen ve evladının kemiklerine bile erişemeyen Berfo Ana gibi kadınlar...
Mahkeme kararlarına rağmen salınmayan, 103 kişinin katledilmesini saygı duyarak anan sporcuları stattaki “milli taraftarlar”ın ‘Ya Allah Bismillah Allahuekber’ ve ‘Şehitler ölmez, vatan bölünmez’ sloganları atarak yuhalaması, rehin tutulanlar, adliyenin karanlık koridorlarında zamanın tozları arasına terk edilen ve şimdiden tarih olan faili belli cinayetler…
Amacımız trajedi kolajı hazırlamak değil. Halimizin dinamiklerini, halimiz trajikleştikçe umudumuzun nasıl kolayca istismar edildiğine dikkat çekmek. Aktörleri değişse de kurgusu değişmeyen bir oyunun içindeyiz Gülhane’den bu yana. Muradımız önce bunu işfa etmek ardından da benzer retoriklerle gelenleri aynı oyunu oynamak için bize mazinin sorunlu, miadını çoktan doldurmuş Anlatılarını boyayarak bize satmaya çalışanlara karşı alesta olmamızı sağlamak.
Sıklıkla hak ve adaletin tıpkı sevgi gibi değer olmak yanında duygu olduklarından söz ederiz. Doğrudur bir bakıma bu, çünkü değer duygusu diyoruz. Hak ve adalet için “Hiç vicdanın yok mu?” diye soruyoruz. Vicdana ses geçirmekten söz ediyoruz. Hak ve adalet duygumuzun zedelenmesi, Hayata olan güvenimizi zayıflatıyor. Majör sorunlar altında çaresizliğin derinleşmesiyle büyük Anlatılara eğilim de güçleniyor.
İktidar ve özneleri bunun zihinsel anlamda farkında olmasalar yani bilmeseler bile sezgisel olarak farkındalar zira kendileri de aynı habitatın içinde. Bu nedenle sezgisel olarak bu kavrayış, Anlatıyı büyütüyor, büyüttükçe sarılacak bir dal oluyor. Anlatılara angajmanımız daha çok kimliklerimiz üzerinden konsolide ediliyor.
Bunun için de bellek açılıyor, kullanışlı olaylar, isimler modifiye edilerek servis ediliyor. II. Abdülhamit “büyük hakan”a, Cumhuriyetin kurucuları (Mustafa Kemal ve İsmet İnönü) “iki ayyaş”a, Adnan Menderes “demokrasi şehidi”ne, Bülent Ecevit “devlet adamı”na, Fettullah Gülen “Hocaefendi Hazretleri” “FETÖ elebaşı”na, Erdoğan “peygamber”e… dönüşüyor.
Tanzimattan bu yana modern anlamda göreli ölçüde demokrasi geleneğinden söz edilebilir. Osmanlı’nın, adı (Türkiye) dahil kurumlarını büyük ölçüde devralan “genç cumhuriyet” demokrasi geleneğini de alır şüphesiz. Gülhane’den Geziye nasıl bir aks varsa Yıldız’dan da Beştepe’ye bir çizgi. Muradımız bu aksları, bunlara içkin örüntüleri anlamaya, dile getirmeye çalışmak.
Hak ve adalet duygusunun zedelenmesi en çok umudun kastrasyonu demek. Umut yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz oksijen. Teneffüs ettiğimiz her hava yaşatmıyor. Havanın içinde yeter miktarda oksijen olması gerekiyor, umut işte o oksijen. Umudun içinde nefes aldığımız olanaklı dünyadan bir kaçışı değil tam o olanaklı dünyayı kuvveden fiile geçirecek güç olduğu kanaatindeyiz. İktidarın o haketer ettiğiric hareket ettirici, dönüştürücü potansiyeli kastre etmesi kendi varoluşu gereği boşuna değildir. Burada olan cezalandırma pratiğinin ötesindedir.
Ceza, yaşamı belli bakımlardan daraltmakken umudun gaspı hayatın hiçleştirilmesi, o hayatı paylaşanlarınsa nesneleştirilemesidir. Bizi özneleştiren, anlam varlığına dönüştüren deyim yerindeyse kendi hayatımızın öznesi kılan o umut, öznesi biz olduğumuz, belleğimizle harmanlanıp organik biçimde sezgisel anlamda hayatı kavrayan kişinin özelliği.
Bu öznellik ya da özne olma durumunun kendisi Hayat. İşte o nedenle umuda ihtiyacımız var. O umutlu yaşamların yan yana gelmesinden doğan birlikte yaşama, şenliğe, şenliği mümkün kılan barışa. Ötekisizleşen topluma. Her birimizin içinde eridiği Hayata.
Umut, iyimserliğin ürünü. İyimserlikse gözetilmenin. Tanıklıklarımızın toplamıyız. Yalnızca kendi tanıklıklarımızın değil elbette. Maziden gelip bizimle var olan tanıklıklarımızın da. Hatırladıkça insanız, canlıyız. Canlılığımız hatırlamakla olanaklı. Canlının muradı her ne olursa olsun Yaşamak, Hayatta kalmak. Belleğimiz, işte o hayatta kalmanın çıpası. O çıpanın karaya tutunabilmesi de umut.
İktidarlar gelip gidiyor. Her biri büyük Anlatılarla vaad ediyor. Kahir ekseriyeti “çağ atlatıyor” vaadleriyle. Bir tür arınma yaşatıyor bize. Bir fantezinin içine sokuyor. Bir kurgunun katharik arınması gibi göreli süreliğine kaçıyor, uzaklaşıyoruz realitenin boğuculuğundan.
Oysa her günün sabahı var. Anlatının kofluğu tez zamanda ortaya çıkıyor. Sorunlar daha da derinleşiyor. Başka başka bağlamlarlarda olanı anlamaya yönelik “Gelen, gideni aratır.” sözünün sıklıkla dillendirilir olması başka ne anlama gelebilir ki!
Şimdi adına “istismar” da “umut tacirliği” de denebilecek İktidarların seçim vaadlerinden, politikalarından mürekkep bir kolaj hazırladık: Bunlara bakıp siz karar verin.
Muhalefetin sıkça dillendirdiği söz “Kızıl Sultan”ın rejimine karşı yükselen “Kahrolsun İstibdat! Yaşasın Hürriyet!” sözünde cisimleşir. Vaadlerden örülü retorikle iş başına gelen kadrolar, kısa bir süre önce İktidardakilere yönelttikleri eleştirileri oklarının kendilerine yöneldiğini görürler; bu, onları daha da sertleştirir. Fasit bir daire içinde iki yüz yıla yakındır debelenip durmak olarak da yorumlanabilir Tarihimiz.
Umut tacirlerinin istismar kolajıdır…
İttihat ve Terakki: Hürriyet (Özgürlük), Müsavat (Eşitlik), Uhuvvet (Kardeşlik) ve Adalet - Ermeni Tehciri
CHP: Altı Ok - Vatabndaş Tükçe Konuş
DP: Söz Milletin! - Tahkikat Komisyonu
CHP: Halkçı Ecevit! - AB Karşıtlığı
ANAP: Orta direk! - Orta sınıfın erimesi
AKP: Yoksulluk, Yolsuzluk, Yasaklar -
Birbirinin anti-tezi olduğu iddiasındaki İktidarlarca neredeyse iki yüz yıla yakın zamandır İstismar ediliyoruz. Eziliyor umudumuz. Ezildikçe artıyor kırılganlığımız.
İstismarı “ilaç” olarak, umut tacirlerini “kurtarıcı” olarak görmemiz daha çok bundan. Oysa kurtarıcıya değil birlikte yaşamın gücüne ihtiyacımız var. Bunun yoluysa toplumun her tekinin sakınmasızca kendini ifade edebilmesinden, karar alma süreçlerine katılabilmesinden geçiyor.
Umut, birlikte yaşamanın kendisi. Umut, yan yana gelenlerin ortak hedefler için seslerini birleştirmesi. Umut, eşitler arasından birinin çıkıp kendi hükümranlığını ilan etmesini engelleyecek mekanizma. Umut, yaşama içkin. Umut, iyimserlik. Umut, yaşama nedenimiz.
Umuda ihtiyacımız var
Yaşadığımız istikrarlı biçimde umudun ezilmesi, olmazcılığın daha doğar doğmaz kulaklarımıza “manetu” niyetine fısıldanması, deyim yerindeyse cair Geiste dönüşmesi. “Tamam da bunca sorunun içinde iyimserlik nahifçe olmaz mı?” dediğinizi duyuyorum. Hayatla ilişkilenme biçimimiz elimizde “karanlık filozof” Herakleitos’un karamsarlığını ya da Demokritos’un iyimserliğini giyinerek bakabiliriz Hayata.
İyimser olup bize biçilen kıyafeti yırtalım, çıkalım içinden. Ölçümüz, Hayatla perdesizle bilgi temelli ilişkilendiğimizde ortaya çıkacak. Bu, her türlü hamaseti çöpe dönüştürecek. İstismarları, istirmarcıları, umut tacirlerini ifşa edelim. Bir tür “mee to” hareketi başlatıp alternatif bir tarih, toplum okumasına girişelim. Umudumuzu ezen her türlü girişimi, sözü, eylemi, kişi ifşa edelim. Çağrım Yaşamaya içkin olan Umudu canlandırmak, tutunmak Hayata. Umutlu olmak, tam da içine doğduğumuz özü yaşa(t)mak olan Hayata borcumuzu ödemek için sorumluluğumuz.
Umuda ihtiyacımız var. Umuda duyulan ihtiyaç arttıkça metafizikleşiyor Hayat ve umut tacirleri pıtrak gibi toplumun her yerinde bitiveriyor. Bunları yok etmenin yolu Hakikati perdesizce ifşa etmek, Hayatla bilgi temelli ilişkilenmek, metafiziği dışarıya itmek, bununla istismarcılığın, umut tacirliğinin -ki ikisi bağlamımız özelinde özdeş kavramlardır- alanını mümkün olduğunca daraltmak.
Yazılamanın bu on üçücünsüne Umuda Bir İlgi dememiz tesadüfi değil. Muradımız optiği kırmak. Yedincisinde sevgiye bir ilgi demiştik çünkü nefes alalım, soluklanalım, kendimize gelelim istedik. Enerjimiz soğuruluyor. En kötüsü umutsuzluk. Oysa Nazım Hikmet, “Büyük İnsanlık” adlı şiirini şöyle bitiriyor: umutsuz yaşanmıyor...
BÜYÜK İNSANLIK
Büyük insanlık gemide güverte yolcusu
tirende üçüncü mevki
şosede yayan
büyük insanlık.
Büyük insanlık sekizinde işe gider
yirmisinde evlenir
kırkında ölür
büyük insanlık.
Ekmek büyük insanlıktan başka herkese yeter
pirinç de öyle
şeker de öyle
kumaş da öyle
kitap da öyle
büyük insanlıktan başka herkese yeter.
Büyük insanlığın toprağında gölge yok
sokağında fener
penceresinde cam
ama umudu var büyük insanlığın
umutsuz yaşanmıyor.
Umuda, umud edenlere selam!
(MVB/EMK)