"Bu kriterler içerik bakımından katılım müzakereleri sürecini başlatmak için değil, tam üye olmak için gereken kıstaslara benziyor. Daha önce hiçbir adaydan, katılım müzakerelerine başlamak için bu kadar çok siyasi reformu gerçekleştirmesi talep edilmedi."
Tam üyelik yerine AEA
Aktar'a göre AB Komisyonu'nun niyeti, "AB'ye tam üyeliğini kabul etmediği Türkiye'yi Avrupa Ekonomik Alanı'nda (AEA) tutmak."
Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) Irak'a saldırısı ile Avrupa'nın ortak dış politika oluşturmasının güçleştiğini hatırlatan Aktar, Türkiye'nin öneminin kavranamadığını savunuyor.
"Müzakerelerin başlaması için somut bir tarih verilmezse, Türkiye reform sürecini sürdüremez. 1.5 yıl gibi kısa bir zamanda yapılamayacak işleri katılım müzakerelerinin başladığı aşamaya ertelemek gerekiyor" diyen Aktar, Bianet'in sorularını yanıtladı:
Avrupa Birliği (AB) Komisyonu'nun Katılım Ortaklığı Belgesi'ni onaylaması Türkiye açısından ne anlama geliyor?
Avrupa Birliği (AB) Komisyonu, her aday ülkeyle yaptığı gibi Türkiye ile de, Türkiye'nin Katılım Ortaklığı Belgesi'ni (KOB) yeniledi. Yeni belgede, Türkiye'nin yaptığı işler yer almıyor ve eksik kalan, yasası çıkmış, yönetmeliği çıkmamış, uygulamaya geçmemiş siyasi sorunlar tekrarlanıyor.
Bu belge, 14 Nisan'da resmen kabul edilecek Konsey tarafından, ve aynı gün, Türkiye ile AB arasında yapılacak olan en yüksek karar mekanizması olan Ortaklık Konseyi'nin mutat toplantısında Türkiye'ye resmen verilecek. Türkiye de, bunun karşılığında, mukabil belge olan mukabil programı güncelleştirecek.
Belgenin içeriği incelendiğinde, onaylanmış olmasını "olumlu bir gelişme" olarak değerlendirebilir miyiz?
Bütün bu belgenin içinde yer alan siyasi eksiklikler, yapılması gereken reformlar 1980 darbesinden bu yana Türkiye'de bütün demokratların ve insan hakları savunucularının dile getirdikleri şeyler. Avrupa'dan geliyor diye bir özel önem atfetmek gerekmiyor.
Burada önemli gözlem şu: Türkiye'ye gereken katılım müzakereleri sürecine başlamaktır. Türkiye'nin önündeki en önemli evre, katılım müzakereleri evresidir. KOB'un sıraladığı siyasi kıstaslar, "katılım müzakereleri sürecini başlatabilmek için, Türkiye'nin yapması gerekenler" olarak sunuluyor. Yani, Türkiye'nin bu kıstasları 2004 yılının sonbaharına kadar yerine getirmesi gerekiyor.
Oysa, bu kriterler içerik bakımından, katılım müzakereleri sürecini başlatmak için değil, tam üye olmak için gereken kıstaslara benziyor daha çok. Örneğin, "Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) çalışma şeklini AB ülkelerinde geçerli uygulamadaki gibi askeri meseleler üzerinde sivil denetim olacak şekilde uyarılar" deniyor.
Oysa, katılım müzakereleri sürecinin başlatılabilmesi için Türkiye'nin önünde 1.5 süreden az bir zaman var ve bu düzenlemelerin bu sürede tamamlanması neredeyse imkansız.
Üstelik, daha önce hiçbir adaydan, katılım müzakerelerine başlamak için bu kadar çok siyasi reformu gerçekleştirmesi talep edilmedi.
AB'nin yaklaşımından, Türkiye'nin kriterleri yerine getiremeyeceği beklentisi içinde oldukları seziliyor. Komisyon'un, "Biz bu kriterleri Türkiye'nin önüne koyalım, yerine getiremediklerinde, 2004 yılı sonunda artık başka bir formüle yöneliriz" gibi bir tutumu olduğunu düşünüyorum.
Bu "başka formül" ne olabilir?
Avrupa Ekonomik Alanı (AEA) diye bir kavram vardır. Türkiye'nin bu alana girip orada kalması; İsviçre, Norveç, İzlanda gibi ilişkilerini o alan içerisinde sürdürmesi dile getiriliyor. AEA, siyasi kıstasların olmadığı bir sistem, bir ilişki biçimi bu. Yani, ortak pazar.
Amerika Birleşik Devletleri'nin (ABD) Irak'a saldırısı öncesinde ve saldırı sürecinde, AB ülkeleri içinde bir kutuplaşma yaşandığı gözlendi. Gelişmeler sonucunda yaşanacak kutuplaşmanın Türkiye'nin önemini artırdığı, oluşacak blokların Türkiye'yi kendi saflarına çekmek isteyeceği konuşuldu. AB'nin yaklaşımı bu görüşle çelişmiyor mu?
ABD'nin Irak'a müdahalesi sürecinde yaşananlar, Avrupa'nın olmayan ortak dış politikasının olurluğunu daha da zora soktu. Bundan böyle İngiltere'yi, Danimarka'yı, İspanya'yı içine alacak bir ortak politika düşünmek mümkün değil gibi. Buna yeni üyelerin tavırlarını da eklersek, ortak dış politikası olan güçlü bir siyasi Avrupa'yı isteyen üye ülkeler, 25 ülke arasında artık azınlıkta.
Bu tabii hayırlı bir şey değil, ve kurtulmanın çareleri aranacaktır. Burada, Almanya ve Fransa'ya çok iş düşüyor. İnisiyatifin onlardan gelmesi gerekiyor. Bunun da yolu, Fransa'nın nükleer gücünü Almanya ile paylaşmasıdır. Ancak bundan sonra Avrupa'nın ortak bir dış politika geliştirmesinin yolu açılabilir...
Türkiye açısından durum nasıl değerlendirilebilir?
KOB ile Türkiye'nin önüne "gerçekleştirilmesi neredeyse imkansız" olan kıstasları koymuş olan bir AB'nin Türkiye'yi müstakbel bir üyesi olarak addettiğini söylemek çok zor.
AB'nin Helsinki'de başlayan yeni Türkiye politikasını sürdürmek, savaşa karşı cepheyi güçlendirmek gibi bir amacı olsaydı, 1 Mart günü Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer ile Fransız Dışişleri Bakanı Dominique de Villepin'in Türkiye'ye gelmesi gerekirdi.
Ancak, böyle bir şey olmadığı gibi Parlamento'nun reddettiği savaş tezkeresi konusunda Türkiye'ye destek veren bir beyanat bile çıkmadı Avrupa'dan.
Avrupa Türkiye'yi ABD'nin kucağına ittiği gibi, artık hiçbir umudu olmadığını da dolaylı olarak söylüyor. Bu olsa olsa, siyasi vizyonsuzluk olarak nitelendirilebilir.
Bu noktada, Türkiye nasıl önlemler almalı?
Ankara'nın Almanya ve Fransa ile birlikte, Selanik Zirvesi'nde Türkiye'ye Kopenhag'da verilen muğlak randevunun yerine çok daha somut bir zamanlama ve çok daha güçlü bir siyasi destek çıkartacak bir beyanat hazırlaması gerekiyor.
Eğer Selanik'te böyle bir zamanlama çıkmazsa, Türkiye'nin şimdiden tavsamış olan adaylık süreci iyice tavsayacaktır.
Son olarak şunu söylemek istiyorum belki çok somut "şu gün müzakerelere başlayacağız" denmezse Türkiye reform sürecini sürdüremez. Ucu açık bir zamanlama ile olacak şey değil bu. İkincisi de bu kadar kısa bir zaman zarfında yapılamayacak işleri katılım müzakerelerinin başladığı aşamaya ertelemek gerekiyor. (BB/NK)