Fotoğaf: Anadolu Ajansı
Geçen haftalarda gerçekleşen ABD ara seçimlerinde Cumhuriyetçiler göreceli bir başarı yakaladı. Fakat bu durum daha çok Trump’ın başarısızlığı diye yorumlandı.
Demokratlar Senato’daki çoğunluğu korurken Temsilciler Meclisi’nde ise Cumhuriyetçiler en az 220 sandalye ile çoğunluğu garantilemiş durumda. Bu gelişmeler genelde Cumhuriyetçilerden beklenen “kırmızı dalga”nın gerçekleşmemesi nedeniyle Trump’ın sonunun geldiği onun yerini Florida Valisi Ron DeSantis’in alacağı türünden değerlendirmelere yol açtı.
3. Dünya Savası
Fakat Trump öyle kolay pes edeceğe benzemez. Ara seçimler sonrası bir sürü gürültü ve “Amerika'nın geri dönüşü şimdi başlıyor.” Sayıklamaları eşliğinde 2024’teki başkanlık seçimleri için adaylığı açıkladı.
Ara seçimlerle ilgili ise hile yapıldığı özellikle Cumhuriyetçi Senatör adayı Mehmet Öz’ün yarışı Demokrat aday John Fetterman karşısında kaybettiği Pennsylvania’da seçimin çalındığını ileri sürdü. Trump’ın elbette bir çok açıdan başkanlığı kazandığı döneme göre işi epey zor. Fakat Trump sıradan bir fenomen değil.
Trump’ın ilk başkanlık dönemi de en nihayetinde uluslararası sermaye kesimlerinin hegemonya krizine verdiği yanıtlardan biriydi. Hegemonya krizi uluslararası kapitalist sistem açısından bütün şiddetiyle hâlâ sürüyor.
Biden’in 3. Dünya Savaşı’nı ivmelendirmesi ve görece süreci ABD lehine çevirse de çokça taviz, gerileme ve maliyet ile ABD politikalarının sınandığı da görülüyor. Biden’ın yeniden paylaşım savaşındaki ateşleyici rolü kuşkusuz silah ve enerji sektöründeki sermaye kesimlerinin kârlarını katladı. Sürecin böyle de devam edeceği gözüküyor.
Fakat savaşın dünyanın genelinde geniş kitleleri olumsuz olarak etkilediği , bunun paralelinde siyasal arayışların da yaygınlaştığından söz etmek mümkün.
Bu yüzden egemen kesimler neo-faşizmi bir siyasal seçenek olarak büyütmeyi tercih ediyor. Geleneksel örneklerin yanı sıra son dönem İsveç ve İtalya neo-faşist akımların iktidar olduğu coğrafyalara dahil oldu. Mevcut bu ideolojik akrabalıktan dolayı yeni İsveç yönetimi ve Türkiye’deki rejim arasındaki uyum elbette tesadüf değil.
Özetle Trump’a ihtiyaç olabilir daha doğrusu Trumpizm/neo-faşizm egemen kesimler açısından popülaritesini kaybetmedi. Dünyanın bir numaralı zengini Elon Musk’ın ara seçimlerde Cumhuriyetçilere destek istemesi ve yenilerde Trump’ın Tiwitter’daki yasaklı hesabını aktif hale getirmesi tesadüf olmamalı.
Biden kadınların adayı olmayı haketmiyor
Trump fanatik, dinci, ırkçı, göçmen karşıtı bir destekçi tabanına sahip, bunu daha geniş kesimleri etkilemek için kullanabilir. Ayrıca Trump’ın sadık destekçileri şimdi Cumhuriyetçi Parti’de etkili-yetkili kimseler. Demokratlar ve Cumhuriyetçilerin işbirliği yapması dahi onun başkan adayı olarak çıkmasını engelleyemeyebilir.
Ancak tabii bu başkan olmasının kolay olacağı anlamına gelmiyor. Önünde çok sayıda engel var. Öncelikle kendi yönetimi sırasında özellikle korona salgını ile mücadele sergilediği olumsuzluklar onun peşini bırakmaz. Ayrıca kendi taraftarlarına vadettiği ve yapamadığı işler de var.
Bütün bunların üstüne 6 Ocak Kongre Baskını vakası rahatlıkla işin içinden çıkabileceği bir durum değil. Geçen hafta ise bir darbe daha aldı. Yüksek Mahkeme, Trump'ın talebini reddederek vergi kayıtlarının Temsilciler Meclisi Vergi Komisyonu'na gönderilmesini onayladı. Böylelikle yıllardır nasıl vergi kaçırdığının ifşa olmasının önü açıldı.
İlaveten çeşitli başlıklarda Trump hakkında açılmış davalar var. Bir de Trump’ın yaşı 76, seçime iki yıl var, başkanlık yarışı da nihayetin de biraz da enerji işi, ne olacağı belli olmaz. Fakat bütün bunlar Amerikan sisteminin Trumpizme karşı değil sadece Trump’ı kulvar dışı bırakmak için uğraştığının göstergesi.
Cumhuriyetçi kesimlerin Trump’a rakip olarak DeSantis’i önermeleri de bu anlayışı bütünlüyor. Zira Desantis partide ve kendi eyaletinde ciddi desteği olan biri. Onunla ilgili yapılan değerlendirmelerde Trump’tan daha zeki ama siyasal anlayış olarak Trump’tan farklı olmadığı dolayısıyla çok daha tehlike bir neo-faşistle karşı karşıya kalabileceğimiz türünden düşünceler ön plana çıkıyor.
Şimdiden bir sürü pot kıran, zaman zaman ayakta durmakta zorlanan Biden yaşı (80) ve cinsiyeti itibarıyla özellikle son seçimlerde Demokratların başarısında anahtar rol oynayan gençler ve kadınların adayı olmayı hiç de haketmiyor. Fakat sonra vazgeçeceği ve açıklamalarını bir ihtiyarlık hevesi ya da bunama belirtisi saymazsak o da 2024’de aday olabileceğini söyledi. Biden’ın maalesef en önemli marifeti 3. Dünya Savaşı’nı Putin’le birlikte tırmandırmak oldu.
Şimdi Çin’le bunu daha da büyütme hevesinde. ABD’nin Trump döneminde söyleyemediği bir ideolojik yalanı yani otokrasi-demokrasi karşıtlığını zikretti. Fakat işte her numaradan laf gibi Biden’ınkiler de gerçek hayatta zırvaya dönüştü. Amerika’nın TC, Suudi Arabistan ve Katar karşındaki teslimiyeti bunun son örnekleri.
ABD’de neo-faşizm büyüyor
Başlıktaki soruya yani asıl meselemize dönecek olursak Biden iktidara gelmeden ülkesindeki “yapısal ırkçılık”tan bahsederken neo-faşist anlayışı besleyen bu kaynağa karşı yeterince mücadele vermedi. Siyah bir kaç kişiyi sağa sola atamakla yetindi. Siyah hareketi manipüle etti, yumuşattı. Çünkü onun da yapısal bir sorunu var.
Biden ve temsil ettiği anlayış en nihayetinde sağcı ve düzen içi. Dolayısıyla düzene ait kalıtsallaşmış bir sorunun üzerine gitmesi ciddi zorlamalar olmadan bir hayli hayali. O da olmadı.
Bunun yerine en açık göstergesi toplu katliamlar olan neo-faşizm kendini büyütmeye devam ediyor.
Son bir haftada iki tane bu türden atak yaşandı. İlki Amerika’nın Colorado eyaletinde eşcinsellerin gittiği bir gece kulübünde düzenlenen saldırıydı. 5 kişi hayatını kaybetti, 18 kişi de yaralandı. Olayın gerçekleştiği Colorado Springs’in muhterem Evanjelik sakinleri saldırı ile ilgili “tanrıya inanıyor olsalardı başlarına bunlar gelmezdi…” türünde “kutsal” yorumlar yaptılar. Diğer olay ise
Virginia eyaletinde bir süpermarkette vuku buldu. Bir saldırgan 10 kişiyi öldürdü. Toplamda 13 kişi vuruldu, bunlardan 11’i siyahtı. Savcılık olayda ırkçı motivasyon olduğu düşünüyor. Katili neyin yönlendirdiğini bilmesek de muhtemelen sıradan biriyken gözünü kırpmadan başkalarını öldürebilen bir şahısa dönüştüğü açık. ABD’de bu yıl en az 4 kişinin öldürüldüğü 40 toplu katliam yaşanmış. Son yıllardaki en yüksek rakam 2019’da 45 toplu katliam.
Biden yönetimi yukarıda değindiğim nedenlerle bu tür gelişmeler karşısında etkisiz. Bence daha neyle muhatap olduklarını bile doğru dürüst tanımlayamıyorlar ya da olanları kültürlerinin bir parçası olarak değerlendirip hoş görüyorlar. Nede olsa insan avcılığı atalarının meslekleri arasında makbuldü.
İşin doğrusu Biden’ın göçmen politikasına göz atmak dahi neo-faşizmle mücadele gibi bir derdi olmadığı belgelemeye yeter. (1)
Velhasılı kelam nasıl Brezilya’da Bolsonaro kaybedince(?) neo-faşist destekçileri bir yere gitmediyse Amerika’dakiler de Trumplı ya da Trumpsız da varlıklarını sürdürecekler. Bu sadece ABD’nin meselesi değil. Neo-faşist dalgaya karşı ciddi bir karşı koyuş örgütlemediği takdirde bugün yanımızda duranlar yarın aynı dalgaya kapılırsa şaşırmayalım.
Bu konuda son bir not: Neo-faşizme, kıyamayıp popülizm türünden adlar yakıştıranlar var fakat kusura kalmasınlar bizzat bu kitleler başta İsveç ve İtalya olmak üzere Nazizm’in, faşizmin sembollerine sarılırken sanırım faşist olmadıklarına önce onları ikna etmek zorundalar.
TC-ABD ilişkileri
Erdoğan’ın ABD ara seçimlerinden epey bir beklentisi vardı. Bunu saklamadı da. Türk Devletleri Teşkilatı Zirvesi için Özbekistan'a yaptığı ziyaret sonrası Erdoğan, Cumhuriyetçilerin Temsilciler Meclisi’nde açık ara kazandıklarını söyledi.
Ayrıca “Senato'da iki üç yer çok büyük önem arz ediyor. Yani bu iki üç yerde eğer Cumhuriyetçiler başarılı çıkarsa belki iş bizim için çok daha kolay olacaktır. Şimdi süreci takip ediyoruz” demişti.
Erdoğan’ın bu lafları Mehmet Öz’ün kaybetmesinin kesinleşmesinden sonra olsa da bu iki üç yerin arasında kuşkusuz Pennsylvania’da vardı. Putin’le yakın ilişki Erdoğan’a FSB elemanı hasletleri bahşetmiş olabilir, muhtemelen Öz’ü kendisine bağlı ve kullanabileceği bir eleman olarak görüyordu.
Böylelikle Cumhuriyetçiler çoğunluğu sağlayacak, Biden yönetimi zaten Türkiye’deki rejime dönük “pozitif” adımlar atmaya niyetliyken Dış ilişkiler Komitesi Başkanı Bob Menendez gibi oyun bozanlar da aradan çıkarılmış, F-16’lar kapılmış olacaktı. Fakat öyle olmadı.
Erdoğan’ın bu beklentileri gerçekleşmedi diye ABD-TC ilişkileri bozulacağı ya da ciddi bir bir duraklama yaşanacağını düşünmek yersiz. Zira neo-Osmanlıcı emperyalist zihniyetle donanmış ve bunun için gerekli politik adımları da atan rejim, Ukrayna savaşı sayesinde 2015 sonrası Rusya ile kurulan “kırılgan bağımlılık” ilişkilerini son süreçte bir üst seviyeye taşıdı. TC’yi Rusya’nın savaşı finansmanında en önemli ortağına dönüştürerek daha önce var olan denge politikasını da daha güvenli bir mevkiye oturttu.
Bu söylediklerimden milliyetçi kesimler elbette övünç payı çıkarabilir fakat insanlık açısından gerçekte son soykırımcı saldırılar örneğinde olduğu gibi iktidarın sadece kötülük yapma, kan dökme potansiyeli arttı. Rejimin bütün bunlara rağmen özellikle ekonomik alanda yapısal nedenlerle dengesizliği üst safhada. Ayrıca oligarşi içi çatışmaların da ne kadar idare edilebileceği belli değil.
Tekrar ABD ile ilişkilere dönecek olursak ABD mevcut paylaşım savaşının getirdiği açmazlar hem de stratejik olarak Çin karşısındaki gerilemeleri nedeniyle on yıl önceki otorite gücüne sahip değil.
Bugün örneğin Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri, ABD’nin petrol üretiminin artırılması talebine karşı Biden ayaklarına gittiği halde karşı tutum geliştirebiliyor. Sonrası boyun eğiş ABD’de açılan C. Kaşıkçı’nın katledilmesi davasında Prens Selman’a dokunulmazlık vermeye kadar uzandı. Katar, dünya futbol şampiyonasıyla ilgili bütün olumsuz icraatlarına rağmen ABD Dışişleri Bakanı Bilinken’den övgüler alabildi.
Özetle stratejik hedef olarak önüne 3. Dünya Savaşı’nı kazanıp emperyalist-kapitalist zincir içindeki başat rolünü korumayı koyan ABD sorunlu dostu TC’yi Rusya lehine kaybetmeyi göze alamıyor.
Bu yüzden restleşmiyor. Örneğin S. Soylu İstiklal’deki saldırı ile ilgili açıktan ABD’yi hedef göstermesine rağmen Washington’dan herhangi bir yanıt duyulmadı.
Eminim gönlü Biden’dan yana olanlar için bu diplomatik bir davranıştır, Amerika tenezzül etmemiştir ama bana sorarsanız tutumları çatışma işlerine gelmediği için salağa yatmanın ötesinde bir şey değil. Bali’deki Erdoğan-Biden görüşmesinde de bu başlığın gündeme gelip gelmediği belli değil.
Hem herhangi bir idealden yoksun, çıkarlara dayalı ABD devlet zihniyetinin şu ya da bu halkın özgürlük, eşitlik, gelecek arayışıyla ortaklaşması “kaza” ya da zorunluluktan öte bir anlam ifade etmez.
Savaşı durdurmak…
Başka bir dünyada yaşamak istiyorsak savaşı durdurmak öncelikli hedefimiz olmalı. Bizden önce de birçok insan savaşa karşı düşünceler ve eylemler üretmiş.
Bunlardan biri José Saramago. Saramago 2010’da ölümünden önce üstüne çalıştığı Mızraklar, Mızraklar, Tüfekler, Tüfekler isimli kitabına “Silah sanayinde neden hiç grev olmaz?” Sorusuna yanıt bulmak üzere başlıyor. Sonrası İspanya İç Savaşı’nda bir silah fabrikasında çalışan solcu işçilerin savaşı sabote eden rolüne kadar işi uzatıyor. Maalesef Saramago romanı tamamlayamadan hayata gözlerini yumuyor. Bu yarım roman o haliyle bile güzel…
Geçen 16 Kasım Saramago’nun yüzüncü doğum yıl dönümüydü. İyi ki doğmuş, umarım bize de savaşı durdurmamız için ilham kaynağı olur…
(AS/EMK)
(1) https://kisadalga.net/yazar/abd-meksika-arasinda-gocmen-geri-kabul-anlasmasi_46401