3. Dünya Savaşı her geçen gün daha fazla şiddetleniyor. Başta Fransa ve ABD olmak üzere bazı emperyalist ülkeler sömürgelerindeki etkinliklerini ve bunun yarattığı olanakları kaybediyor. Tüm bu olanların paralelinde ciddi bir muhalefet olmasa dahi hegemonya krizi yaşayan egemen sermaye kesimleri faşizmi yeni biçimleriyle kendi geleceklerini kurtarmanın ve mevcut paylaşım savaşını kazanmanın bir aracı olarak kitlelere seçenek diye sunuyor. Bu en akıl dışı şekillerde yapılıyor olsa dahi maalesef karşılık buluyor ve güçleniyor. Savaşı yürüten politik liderlikler değiştiriliyor, "ılımlı" olanların yerini tereddütsüz davranan militarist zihniyete daha yatkın olanlar alıyor.
Mevcut savaşın ana aktörleri arasında yer alan "Doğulu" liderler bu işleri pek dert etmezken, en son G-7 toplantısında Biden-Meloni ilişkisinde sergilendiği üzere "Batılılar" faşistlerin torunlarının kendilerine koltuk değneği olmasını yadırgamıyorlar zira ayakta duramayacak kadar köhneler ve bunun farkındalar. G-7 toplantısının sonuç bildirgesinde kürtaja güvenli erişimi bir hak olarak tanımlamak yerine İtalya'nın faşist Başbakanı Meloni'nin isteğiyle yandan dolanmaları aynı zamanda ona benzemenin kaçınılmazlığını simgeliyor.
Ne diyeceğiz?
Kapitalizmin dünyada giderek daha fazla egemen olacağı anlaşılan bu yeni türde hükmetme biçimine ne ad verebiliriz sorusu bazı kesimlerin kafasını meşgul ediyor. Bu normal, ancak hangi saikle bu sorunun yanıtını aradığınız belki verilecek cevaptan daha önemli. Çünkü mevcut egemen entelektüel aklın, vaziyeti değiştirmekten yerine olanı meşrulaştırma gibi bir işlevi var. Bunu yapmayanların kapitalizmin iş bölümü dahilindeki dünyada pek yer bulmaları mümkün değil. O yüzden olanları sıradanlaştırmak, "oyun"u sistem dışı arayışlardan uzak tutmak için bugünlerde aşırı sağ ve popülizm kavramları çokça kullanılıyor. Halbuki ne Biden'ın yaptıklarının Trump'ın söylediklerinden ne de Macron'un politikalarının Le Pen'in faşist propagandalarından büyük bir farkı var!
Elbette klasik faşizmle bugünkü arasında çokça değişik yan var. Bu yüzden neo-faşizm diyoruz. Fakat maalesef geçmişte de sömürge tipi faşizm gibi güncel olanı tarif etmeye çalışan kavramlar yerine bir taklitten öteye gitmeyen "tırmanan faşizm" teorisi gibi yaklaşımlarla kendini sınırlayanların bunları anlaması zor.
Örneğin bugün artık faşist hareketler bizzat devlet içinde yerleşik. Bu devlete egemen olan kesimler tarafından yönlendiriliyor ve destekleniyorlar. O yüzden Batı'daki neo-faşistler tam da bu nedenle Putin yönteminin manipülatif oltalarına da kolayca gelebiliyorlar. Çünkü onları hareket ettirici asıl güç kitle hareketindeki dinamiklerden çok egemen sermaye kesimlerinin onlara verdiği destek ve yön.
Geçmişle bugün arasındaki en önemli farklardan biri diğeri ise yeni bir dünya vaat eden sosyalist solun, Enternasyonalin ve Sovyetler Birliği'nin yokluğu. O yüzden şununla mı ittifak yapsak/yapmasak gibi bir tartışmaya işi hapsetmek tamamen saçma. Çünkü öyle bir seçeneğin ögeleri yok. Bugünün dünyasında ne komünist bir kutup mevcut ne de dişe dokunur bir sosyal demokrasi var. Mevcut paylaşım savaşında "herkes" aynı tarafta yani kapitalizmin sürmesi ve onun kralı olma arzusunda. Eğer maç ya da film seyrettiğiniz zannıyla "zayıf olanı destekleyelim "gibi politik olmaktan uzak bir tavır geliştirip Rusya'yı Çin'i destekleyelim türünden bir ahmaklık sizin zihninizi süslemiyorsa başka yollar aramak zorundasınız.
Ancak zamanında "tarihin sonu" diye zafer ilan eden egemen sermaye kesimlerinin masalları da elit bir takım hariç kimsenin karnını doyurmuyor. Bu süreçte en genelde kapitalizmin yarattığı silahlanma, savaş, doğanın talanı, iklim krizi, göçler ve yoğun emek sömürüsü insanlığı ve doğayı inkar edilemez biçimde felaketlere sürükledi. Şimdi egemen sağcı zihniyet kendi yalanlarında boğulmamak ve ayakta kalmak için bulunduğu coğrafyaya dayanarak çeşitli düşmanlar icat ediyor. Faşist propagandanın öcüleri yer yer değişiyor.
Milei "umut" olmayı becerdi
Mesela ABD ve Çin'in emperyalist rekabetine maruz kalan Abya Yala kıtasındaki Arjantin'de geçen hafta "ekonomik savaş" bahanesiyle OHAL yetkilerini eline alan Milei için düşmanlar: Marksistler, sosyalistler, feministler, sol-Peronistler, Latin milliyetçileri, Venezuelalılar, Kolombiyalar, Filistinliler, İran... Milei'nin önde gelen dostları ise Musk, Trump, Netanyahu, Zelenski...
Arjantin örneğinden devam edelim. Milei'ye yoksullar, işçiler neden oy verdi? Yanıtı basit çünkü Milei değişim vadediyordu. Bunun içeriğinin ne olduğu tali önemdeydi. Ülkenin zenginleri keyif çatarken yoksullaşma, açlık alabildiğine artmıştı. Peronistler durumu korumayı seçmişlerdi. Sosyalistler ise başkanlık seçimlerinin ikinci turunda bir seçenek pozisyonunda olmadıkları için ağırlıkla boykotu tercih ettiler. Oy verme zorunluyken seçmenlerin yaklaşık yüzde 25'i sandığa gitmedi, boş veya geçersiz oy kullandı. (2) Milei ise "deli" halleriyle kendini bir sosyal medya efsanesi ve "umut" haline getirmeyi becerdi. Diğerlerinin yapamadığı buydu.
Elbette bu "umut" halinin hiç bir karşılığı yok. Milei daha ilk günlerinden itibaren yasama organlarında çoğunlukta olmamasına rağmen iktidarı kendi tekelinde toplamaya çalıştı. Nihayet geçen hafta sağ Peronistleri de satın alarak bunu başardı. Özeti Milei artık istediği kararları alırken bunu Parlamento ve Senato'ya taşımak zorunda değil. Şu an hali hazırda kolluk kuvvetinin yanı sıra yargı da önemli ölçüde mevcut iktidarın denetiminde. Özeti Arjantin'in ekonomik durumu ve idari yapısı bizim memleketi epey andırıyor.
Ancak yoksullaşma özellikle emeklilerin ölüme mahkum edilmesi toplumda faşist Milei iktidarına karşı şiddetli tepkilere neden oluyor. Son protestolar sırasında yaklaşık 200 kişi gözaltına alındı bunların 35'i tutuklandı. 17 kişi serbest bırakıldı. Bazılarının akıbetleri ise henüz bilinmiyor. İnsan hakları örgütleri tutuklama için delillerin yetersiz olduğunu, polisin özellikle gösterileri provoke ederek gösteri yapmayı toptan suç haline getirmeye çalıştıklarına dikkat çekiyor.
Dışarıda olanlar ise tutuklanan arkadaşlarının serbest bırakılması için gösteriler yapılıyor. Zira insanlar geçmişte olanları unutmadı.
Arjantin'de egemen kesim cunta döneminde 30 bin devrimcinin kaybedilmesiyle ilgili hiçbir zaman pişmanlık duymadı. Geçtiğimiz günlerde Plaza De Mayo Anneleri'nden Nora Cortiñas gibi diktatörlükle hesaplaşmanın sembol isimleri bir bir hayata veda ederken, bugünkü Milei iktidarı da bu kanlı geçmişe karşı yaşanan kısmi yüzleşmeden intikam alma isteğiyle karşımıza çıkıyor. ABD ordusu destekli Milei iktidarı önümüzdeki günlerde kontra rejimini geliştirmek ve kitlelerin tepkilerini bastırmak için provokasyon ve yeni baskı yasalarını gündeme alabilir. Dünyadaki egemen sağcı aklın, El Salvador'un büyük bir hapishaneye dönüştürülmesine bırakın karşı çıkmayı, kutlayan yaklaşımının Milei'ye de faşist politikaları için bahane ve destek üretme başlıklarında yardımcı olacağı şimdiden görünür bir gerçek.
Milei'nin uyguladığı politikalar ekonomik alanda özetle şöyle: doğanın ve insanlığın yıkımını hızlandıran lityum ve bakır madenciliği yabancı sermayeye açılarak bu süreç hızlandırılıyor, yerel tarımsal üretimle ilgili ihracat kısıtlamaları kaldırılarak ürünler başka ülkelere satılıyor, zenginlerin kursaklarını süslüyor. Her şeyin kalitesizi ve sağlıksızı ise Arjantin'de yaşayanlara kalıyor. İlaveten sağlık, eğitim başta olmak üzere kamu kurumlarını özelleştirmek, yoğun işten çıkarma, bütün sosyal harcamaları kısmak, daha önce elde edilmiş emeklilik haklarına kısıtlama, yabancı yatırım çekeceğim ayağına Arjantin parasının değerini düşürmek özetle halka kölelik, açlık ve ölüm vadediyor. Aynı zamanda uzun yıllar direnişler sayesinde elde edilmiş, kooperatifler üzerinden şekillenen dayanışma ağları dağıtılıyor. Siyasal alanda ise baskı politikaları her fırsatta daha da yoğunlaştırılarak kalıcı hale getiriliyor. Şimdi siz buna faşizm demeyince durumun değişeceğini ya da çok yeni şeyler yapacağınızı iddia ediyorsanız doğal olarak başka adlar takabilirsiniz. Ancak gerçeği nasıl değiştireceğimiz sorusu ortada duruyor.
Arjantin'de sol neden umut olamıyor?
Arjantin'de devrimci işçi hareketi 19. yüzyılın son periyodundan başlayarak bugün de devam eden belki de kıtadaki en güçlü geleneklere sahip. Cunta döneminde (1976-1983) yaklaşık 30 bin devrimcinin kaybedilmesi de bu mücadeleyi bitiremedi.
Bugün Milei'nin gündeme getirdiği politikalara karşı halkın bütün kesimleri ve sosyalist partiler çeşitli direnişler gerçekleştiriyorlar. Fakat bu sürecin savunma pozisyonundan çıkıp bir hegemonya kurmaya dönüşüp dönüşmeyeceği bir hali şüpheli. Çünkü sosyalist hareketin ağırlığı yüzyıllık ezberlerle yol almaya çalışıyor. Bu ilk elden düşmanın tarifini olanaksız kılarken aynı zamanda toplumun gözünde umuda dönüşme olasılığını öteliyor. Yüzyıl öncesine José Carlos Mariátegui gibi devrimcilere kadar elbette gitmeye gerek yok ancak bugün salt işçici bir eğilimin hegemonya kurmada yetersiz kaldığı da artık görülmeli. Ayrıca ajitasyon-propaganda-kampanya-grev-gösteri diye özetleyebileceğimiz bir politik eylemlilik sürecinin mevcut devlet aygıtını ve egemen sınıflarını bertaraf etmeye ne derece yeteceği de sorgulanmalı. (Ya tabii şimdi eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmenin ne alemi var değil mi? Tam da CHP'nin gerçekte gölgeden ibaret ancak kendini bir halt sanan türedi bakanları Erdoğan'a akıl verip ve her şey güzel olacakken kalk sen pişmiş aşa su kat...)
İlaveten politika yaparken dar pratikçiliğin ötesine geçemeyen ve eksen haline getiren yaklaşımlar da sorgulanmalı. Daha da önemlisi politik çabanın odağına "demokrasi için mücadele" değil, "yeni bir dünya yaratmak için savaşa karşı mücadele" konulurken burada düğüm noktasının ideolojik keşmekeşe son vererek, inanılır bir ütopyayı pratikte tarif etmek olduğu görülmeli. Zira insanların çoğunluğu dünyanın genelinde her anlamda AÇ! Ve bu açlıktan kurtulmak için kendilerine umut ışığı olabilecek, uğruna hayatlarını ortaya koyabilecekleri ütopyalara, düşüncelere ihtiyaçları var.
Arjantin özelinde yapmaya çalıştığım tartışma elbette dünyadaki bütün devrimcilerin meselesi. Çözüm için sorunları ortaklaştırmak ve birlikte örgütlenmek ilk adımlarımız olabilir...
(AS/AD)