Günümüzde sendikal hareketin Türkiye'deki durumunu gösterebilmesi açısından "TEKEL İşçileri"nin özelleştirme uygulamasına karşı aldıkları direniş kararı çok öğretici olmalıdır.
Aslında, bu adla simgeleştikleri için kısaca "TEKEL İşçileri" olarak adlandırabileceğimiz özelleştirme mağduru işçilerin tümü için sonuç farklı olabilirdi.
Bugün yürürlükte olan 2821 sayılı Sendikalar Kanunu, işçilere, dolayısıyla sendikalara sadece "menfaat grevi" yapma hakkı vermektedir.
Yani sendikalar, işçilerin sosyoekonomik durumlarını iyileştirebilmek amacıyla toplu sözleşme bağıtlamak istediklerinde, isteklerinin hayata geçebilmesini sağlayabilmek için usullere uyarak "grev" kararı alabilecekler ve böylece işveren üzerinde baskı kurma olanağı elde edebileceklerdir.
Ancak yasa sadece, işçilerin sosyoekonomik durumlarını iyileştirebilmek için grev hakkı tanıdığından, bağıtlandıktan sonra, toplu iş sözleşmesi hükümleri uygulanmadığında, çalışma koşulları esaslı ölçülerde değiştirilmek istendiğinde, hakları korumak, uygulanmasını sağlatabilmek için işçilere grev yapma hakkı tanınmamıştır.
Bu nedenle, elde edebilmek için grev hakkı bulunan işçiler ve sendikalar, toplu iş sözleşmesi bağıtlandıktan sonra uygulamayan haklarına karşı, grev hakkı kullanamamaktadır.
İşçilere dolayısıyla sendikalara sadece, "yorum davası" ve "eda davası" açabilme hakkı tanınmıştır. Yani işçiler haklarını ancak mahkeme kararıyla alabileceklerdir. Tıpkı örgütsüz işçilerin alacakları için dava açma haklarını kullanabilmeleri gibi. Verilmiş bir hak gibi gözüken "yorum davası" ve "eda davası" açma hakkı, esasen hak grevinin önüne geçebilmek amacıyla özellikle düzenlenmiş bir sınırlamadır (2822 sk.m.60,61).
Açıkçası, toplu iş sözleşmesine taraf sendika üyesi olmanın, uygulanmayan haklar konusunda işçiye getirdiği hiçbir fark bulunmamaktadır. Sendika üyesi işçiler de, uygulanmayan hakları için örgütlü olmayan işçiler gibi sadece mahkeme yolunu kullanabilecekler, örgütlenme ve sözleşme yapma özgürlüğünün tamamlayıcı unsurlarından olan grev ve toplu eylemde bulunma haklarına sahip olamayacaklardır.
Halbuki, 12 Eylül yasasından(2821 sk) önce yürürlükte bulunan 274 sayılı Sendikalar Kanununda, işvereni istenen haklar doğrultusunda toplu iş sözleşmesi yapmaya zorlamak amacıyla tanınmış, "menfaat grevi" yanında, yerine getirilmeyen hakların uygulanmasını sağlatabilmek için tanınmış "grev" hakkı da bulunmaktadır. Bu hak, öğretide "hak grevi" olarak tanımlanmıştır(274 sk.m.19/2).
İşçiler, ödenmeyen hakları için yasanın tanıdığı grev hakkını kullanarak, uygulamadaki keyfiliğin ya da ödemelerde önceliğin başka yerlere tanınmasının önüne geçebilmek amacıyla işvereni zorlama olanağı bulabilmekteydiler.
"TEKEL işçileri"nin anımsattığı bu olgu, esasen, tekel işçilerinin ve benzeri konumda bulunan diğer işçilerin sorunlarına da deva olabileceği gerçeğini hatırlatmaktadır.
Gerçekten, eğer yürürlükteki, "Sendikalar Kanunu" "hak grevi" uygulamasına izin veriyor olsaydı, daha işin başında özelleştirme uygulamaları hayata geçirilirken, işletmeyle ilgili özelleştirme kararının alınmasını önleme ya da en azından özelleştirme sonrasındaki konumların nasıl olacağı konusunda etkin pazarlık yapabilme olanağı bulunabilecekti.
Ama, üretim araç ve gereçlerindeki önemli gelişmeler üretim ilişkilerini, bu da çalışma ilişkilerini değiştirdiği halde, Fordist üretim biçiminin izdüşümü olan "ücret sendikacığı"nın dışına çıkamayan sendikal hareket, ücret artışının sağlanmasını olanaklı kılan düzenlemelerle yetinince, küreselleşme sonucu ekonomi politikada yaşanan gelişmelerle ve onun örneklerinden olan özelleştirme konusunda mücadele edebilecek araçlardan yoksun kalmıştır.
Ülkemizde de en az 1980'lerden bu yana bilinçli bir şekilde uygulanan küreselleşmiş piyasa ekonomisi anlayışı içinde işçi sendikalarının da en azından küresel bakarak ulus ötesi uygulamaları izlemesi, küresel dayanışma eylemlerini hayata geçirebilmesi, uluslararası sözleşmelerde gündeme getirilen örgütlenme ve sözleşme yapma özgürlüğüne ilişkin toplu eylem haklarını veya en azından 1980 öncesindeki 274 sayılı yasayı anımsayarak söz konusu "hak grevi"ni istemesi ve hayata geçirmeye çalışması gerekirdi.
Halbuki, son beş altı yıldır, 2821 sayılı Sendikalar Kanununun değiştirilmesi gündemde olmasına ve bu sürede en az iki tasarı hazırlanmasına karşın, her ikisinde de "hak grevi" düzenlemesi veya benzeri bir unsur yer almamıştır. Sendikaların bu yönde yüksek sesle dile getirilmiş ve getirilmekte olan bir istemi, ısrarı görülmemiştir.
Sonuçta, on binlerce işçi özelleştirme gerekçesiyle sessizce işsiz kaldığı halde ilk defa "TEKEL işçileri", direnme hakkını kullanma iradesini göstermiştir. Günümüz ekonomi politikalarına karşı ilk defa yüksek sesle itiraz yapıldığı için ses getiren bu eylem, bilinçli, örgütlü ve hak kazanımlarında ısrarcı olacak bir şekle dönüşmedikçe, kalıcı bir kazanıma dönüşme olasılığı bulunmamaktadır.
Bundan çıkarılması gereken ders, üretim ilişkilerinde meydana gelen gelişmeleri izleyerek, çalışma ilişkilerini düzenleyen, "Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi", "Çalışanların Temel Sosyal Hakları Topluluk Şartı", "Avrupa Sosyal Şartı","Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı" gibi uluslararası sözleşmeler yakından izlenerek, küresel emek dayanışması içine girerek, ücret sendikacılığı ile yetinmeyerek, örgütlü mücadelenin değerini ve önemini artıracak hakların kalıcı olarak yasalara girmesinin sağlanması yönünde hareket edilmesi olmalıdır. (DK/TK)
* Doğan Keskin, Emekli İş Başmüfettişi.