10 günlüğüne gezerek Sivas’a gittim. Önce bir Osmanlı kasabası olan Göynük, Eskişehir; sonra Çorum, Amasya; ertesi günü Tokat, Sivas.
Eskişehir’i taşra saymak, haksızlık olur. Bir yanda geç kalmış bir kent modernleşmesi, bir yanda Erken Cumhuriyet’ten kalanlar, bir yanda geleneksel mimari; bütün bunların sentezi bir Eskişehir. Şehrin ana damarı Porsuk Çayı, çay üzerindeki klasik motifli ve tatlı renklere boyanmış dökümden köprü korkulukları, çayın her iki yakasında ‘özgür’ ve ‘güvenli’ insan devinimleri, müzeler, parklar ve heykeller…
Her şehir, her insan gibi geçmişinin şu ya da bu kadarını üzerinde taşır, ona göre şekillenir, değişir, dönüşür, akar. Eskişehir’in bugüne akışında Cumhuriyet’in kuruluş dönemi iktidar mücadelelerinde (Yeşil Ordu, Çerkez Ethem, Yeni Dünya Gazetesi vb) önemli bir ayak oluşunun ve o döneme göre küçük de olsa bir işçi şehri sayılabilecek yapısının büyük etkisi olduğunu düşünüyorum.
Yukarıda sözünü ettiğim sentezi oluşturan başta Yılmaz Büyükerşen Hoca olmak üzere emeği geçen herkese teşekkürler. Sanatın içine tükürenlerin değil, sanat faaliyetlerine imkân sunanların şehri, Eskişehir. Belediyecilikte, kültürel faaliyetlerde örnek alınması gereken bir şehir, Eskişehir.
***
Önemsediğim birkaç gözlemimi, aslında uzun iktisadi, sosyolojik ve kültürel tahliller gerektiriyor olsa da kısa paragraflar halinde yazacağım.
Her yerde rantiyecilik var!
AKP hükümetinin, belediyelerin ve iktidar yanaşmalı iş adamı taifesinin inşaat temelli rant ekonomisi büyük şehirlerde nasıl yaşanıyorsa, taşrada da aynı minvalde yaşanıyor. Tek farkı büyük şehirlerde büyük rantlar, taşrada da kendi çapında küçük rantlar var. Gerisi hep aynı.
Örneğin Sivas’ta 15.000 kişilik ve 2005 yılında UEFA kriterlerine göre düzenlenmiş modern bir 4 Eylül Stadı varken, şehrin dışına TOKİ tarafından 25.000 kişilik bir stat yapılmakta.
Mevcut stat sağlam ve modern hale getirilmişken ve özellikle seyirci tarafından doldurulamazken (en önemli maçlarda bile takribi 10.000 seyirci olurken), yeni stat yapmaya ne gerek vardı?
Bu sorunun cevabı, eski stadın yerinin ne olacağı sorusunda yatmakta!
Yeni stadın tamamlanmasının ardından mevcut 4 Eylül Stadı, TOKİ'ye devredilerek, yerine konut ve iş merkezi yapılacak!
Bitmedi!
Sivas’ın eski ve 52 dönüm üzerine kurulu 500 yataklı Numune Hastanesi, şehrin ortasında ve topografyası da çok güzel bir yerde bulunmakta. Erken Cumhuriyet döneminde kurulmuş ve adı gibi işlevselliği de numune olan bu hastane taşınıyor.
Nereye?
Şehrin dışında, su basmasına müsait, Kızılırmak kenarındaki düzlüğe!
Numune Hastanesi neden mevcut yerinde yeniden yapılmıyor da, şehrin dışına taşınıyor?
Bu sorunun cevabı da, Numune’nin mevcut yerinin ne olacağı sorusunda yatmakta!
Numune’nin yerine nur topu gibi AVM’ler ve rezi(l)danslar yapılacak!
Büyük şehirlerde olduğu gibi, taşranın diğer yerlerinde de benzer uygulamaların olduğu bu işlerin altında inşaat temelli bir ekonomi üzerinden maksimum kar sağlama anlayışı yatıyor. Hem merkezi yerlerin arsa yapısından, hem de imar değişiklikleriyle sağlanan müthiş karlar nedeniyle kaynaklar inşaat ekonomisinde harcanıyor! Bir yandan bu kazançlar elde edilirken bir yandan da çok da gerekli olmayan (Sivas’taki stat gibi) yeni inşaatlar yapma yoluyla kazanç elde ediliyor. Bu karların sanayi üretiminde sağlanması pek mümkün değil. Ancak bu yanlış ekonomi politikanın sorumlusu AKP iktidarıdır, çünkü kendine destekçi ve o alandan yeni bir sermaye sınıfı yaratmaktadır.
Hastane ve okul hususunda İstanbul, Anadolu’nun taşrası sayılır!
300.000 nüfuslu Sivas’ta üniversite hastanesiyle birlikte 2 adet daha kamu hastanesi (her üçünün toplam yatak sayısı 1.700’dür.) varken, Sivas’ın nüfusunu kat be kat aşan İstanbul’un ilçelerindeki hastane durumu içler acısı. Örneğin 300.000 nüfuslu Beylikdüzü’nde numune için bir tane dahi kamu hastanesi yok, sürünüyoruz ve özellere soyuluyoruz!
***
Ha keza okullar için de aynı orantısız rezaletten söz edebiliriz!
Askeriyle, polisiyle güçlü Türkiye Cumhuriyeti Devleti, nedense büyükşehirlerde hastane ve okul yeri bulmakta çok güçsüz! Neden acaba?
Bütün mesele şu: Türkiye’de siyaset, kamu kaynaklarını talan esası üzerinden yapılmakta!
Neden böyle?
Bunun bir tarihi arka planı var.
Osmanlı’nın mülkiyet yapısının bir aristokrasi sınıfı ve burjuvazinin oluşmasına engel teşkil ettiği; Osmanlı’nın iç iktisadi hayatını dış talan desteğiyle idame ettirdiği; Osmanlı’nın iktisadi ve kültürel hayatı ve bunun Cumhuriyet’e intikali; Cumhuriyet’in aslında geç bir Osmanlı modernleşme projesinin devamı olduğu; Osmanlı’da ve erken Cumhuriyet’te üretimden gelen sınıfların olmaması nedeniyle devletin kurucu gücünün asker-sivil bürokrasi olması; üretimden gelen sınıfların kurduğu bir iktisadi sistem olmayınca bunun hukukunun da olmaması (Tipik örnek, burjuva hukukunun egemen olduğu bir ülkede Bank Asya’ya hiçbir hükümet el koyamaz! Siyasi gücü elinde bulunduran bir iktidar, siyasi çıkarları için bir sermaye kurumunu tehdit edemez! İş adamlarını kendine biat ettiremez! Gazetecileri, bireyleri tehdit edemez, medyaya ayar veremez vs!) ve bu hukuksuzluğun bürokratik iktidar tarafından ulufe dağıtmaya müsait olması ve iktidar mücadelelerinin temelini kamu kaynakları paylaşımı mücadelesinin oluşturması… Elbette Türkiye’de de bir burjuvazi var ama Napolyon’suz yapamayan bir sınıf!
Erdoğan ve AKP iktidarı bunu keşfetti, sefasını sürüyor ama cefasına da yaklaşmış durumda! Korku, ceberrutlaşan dillerinden ve çehrelerinden akıyor!
Ancak bunların asıl korkusu demokratik muhalefetten (Çünkü güçlü bir demokratik muhalefet yoktur) değil, bir başka otoriter anlayışı taşıyan kesimlerden ileri geliyor!
Nereden nereye geldik, bunu burada kesip taşrayı anlatmaya devam edeyim.
Köyler – Evler
Bilindiği üzere 50-60 yıldan bu yana devam eden kırdan kente göç sonucunda köyler büyük ölçüde boşalmış durumda. Kırdaki yüzde 20’lik nüfus oranımız batıdaki % 5’lik orana göre hala yüksek olsa da, artık kentleşmiş (kent tanımı tartışmalı olsa da) bir toplumuz diyebiliriz.
Gördüğüm köylerin çok büyük bir kısmında binalar yeniydi. Yeni binaların büyük bir kısmı ise, şehirlerde oturan emekliler ve imkânı olanlar tarafından yazlarını köyünde geçirmek için yaptıkları evlerden oluşuyor. Her ne kadar bu durum bir memleket özleminin gereği olsa da, asıl büyük şehirlerdeki yaşamın yorucu, yıpratıcı ve hatta çekilmez olduğunun bir göstergesidir diyebiliriz. Azımsanmayacak bu kesimin uygun mevsimlerde kıra gelmeleri, bu bölgelerin ticaretine önemli bir girdi sağlıyor.
Köylerde temel bir sorun var: Toprak mülkiyetinin aldığı biçim!
Nüfus artışının geldiği noktada ve büyük ölçüde çekirdek aileye geçildiği ortamda köydeki bir avuç arazinin hak sahibi öyle çoğalmış ki, arazinin hak sahiplerine bölünmesi, arazinin küçücük parçalara ayrılmasına yol açıyor ve araziyi arazi olmaktan çıkarıyor. Bu tarlalar pek işe yaramasa da (verimli tarım yapılamıyor), insanlardaki artan mülkiyet ‘tutkusu’, aile içerisinde tuhaf çatışmalara yol açabiliyor. Kırdaki mülkiyet sorunlarının giderilerek mevcut arazilerin tarıma ve hayvancılığa elverişli kullanılmasının alt yapısının ve hukukunun sağlanması, iktidarın önünde dağ gibi bir sorun olarak duruyor.
10 – 15 hanelik köyler de dâhil olmak üzere hemen hemen bütün köylerdeki camiler yeni yapılmış durumda. Burada devletin ekonomik bir katkısı var mı bilmiyorum, ama ideolojik teşviklerinin olduğu herkesin malumu.
İnsanların gelir düzeyine dair somut gözlemlerde bulunmak, konu üzerinde belli bir yoğunlaşmayı gerektirir. Doğrusu bu alanda yeterli bir bilgiye sahip değilim. İlk elde şunu söyleyebilirim: Büyükşehirlerdeki gelir dağılımı uçurumunun daha bir azalmış şeklini taşrada görmek mümkün. Taşra nüfusunun ciddi bir bölümünü emekliler oluşturmakta ve kendi yağlarıyla kavrulmaktalar. Üretim ve ticaret girdisi olmayan veya pek az olan yerlerin ayakta kalması, büyük ölçüde kamu kesimine (devlet ve belediye kurumlarında çalışanlara) bağlı.
Seçim manzaraları
Hemen her yerde bildik seçim manzaraları. Meydanlar, kavşaklar, bol miktarda parti bayraklarıyla boğulmuş! Parti bayrakları özellikle Amasya’da ve kısmen de Sivas’ta evlere asılmış. Çok sayıda seçmen, evlerine astıkları parti flamalarıyla siyasi kimliğini ifşa ederken, aynı zamanda bunu bir propaganda aracı olarak kullanıyor. Apartmanın bir tarafında ampuller, bir tarafında üç hilaller asılı. Aday fotoğrafları ve parti figürleriyle süslenmiş arabalarla, bangır bangır ortalığı ses kirliliğine boğan ilkel, kaba hamasi propaganda gezileri hız kesmeden devam ediyor.
Ankara’dan öte yana gittiğim yerlerde AKP, MHP ve çok az da CHP seçim ‘süslemeleri’ var. Yalnız Sivas’ta ittifakla seçime giren Saadet Partisi ile Büyük Birlik Partisi’nin etkin bir çalışma içinde oldukları ve bunun da sokakta karşılık bulduğu çok açık. Bunun nedeni ise, BBP’nin kurucu lideri olan Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sivaslı olması ve ölümünün de yarattığı etkiyle birlikte geniş bir sempati kazanmasından ileri geliyor.
Orta Anadolu, her biri farklı boyutlarda olsa da, muhafazakârlığın, milliyetçiliğin ve dinciliğin etkisinde! Tabi bunlar ilk ve görsel izlenimler. Toplumun katmanlarında değişik renklerin barındığını tahmin etmek zor değil. Sessiz ve rengini belli etmeyen bir nicelik değere sahip seçmen kitlesinin olması da güçlü bir olasılık. (HŞ/HK)