* Fotoğraf: Yağmur Karagöz / bianet
Orta 2 falandım herhalde. Hem aynı sınıfı hem de aynı yatakhaneyi paylaştığım bir arkadaşım vardı. Kızın ailesinin yaşadığı şehirde büyük bir deprem olduğu haberi gelince hepimiz yatakhanede onu teselli etmek için seferber olduk. 13-14 yaşlarında 20 küçük kızın aynı odada yattığı bir delikte, el kadar çocuklarız, herkes kendince bir şey yapıyor cansiperane. Bağıra çağıra ağlıyor çoğu. Ne kadar üzüldüğümü bugün bile hatırlıyorum, sessizce yanında oturup yere bakıyorum, yapacak başka bir şey bulamıyorum.
Depremin sabahına ailesinin iyi olduğu haberi gelince rahatlıyor kızcağız ama bana soğuk davranıyor ertesi günlerde. Garip bir durum var ortada, anlamlandıramıyorum bir türlü. Bir sabah etüdünde sözünü ettiğim kıza değil de ortak başka bir arkadaşımıza o gün hep birlikte yapmayı planladığımız bir şeyi hatırlatacak oluyorum, sesini yükselterek dikleniyor yüzüme "Hayır!!! Sen gelmeyeceksin. Biz onunla konuştuk bu konuda, seninle artık samimi olmayacak, sen bizim yakın arkadaşımız değilsin!" diyor.
Apışıp kalıyorum, kekeleyerek "Ama... ama, neden?" diyorum. Ortak arkadaş şöyle buyuruyor; "Biz konuştuk diyorum sana. Aramızda konuştuk. O gece hepimiz çok ağladık. Gözlerimiz şişti ağlamaktan, ama sen yeterince ağlamadın, sadece sustun. Ağlamadığın için artık arkadaşımız olamazsın".
Sadece bu yüzden, yani sustuğum, yüksek sesle ağlayamadığım için uzunca bir süre aforoz edilmiştim arkadaşlıktan, çocuklar kimi zaman kendi aralarında sandığınızdan çok daha zalim olabilir, inanın.
Konuşma sesinin yüksekliği kültüreldir
Biraz böyledir bizim topraklar. Acı tercihen yüksek sesle, bağırış çığırış yaşanır buralarda. Öylesi makbul görülür. Sessizce acı çekmenin destanı olan Kore dizilerini tam da bu yüzden, acı çektiğimde, üzüldüğümde feryat figan edemediğim, sessizleştiğim için seviyorum zaten.
Bizim kültürümüzde neyin söylendiğinden ziyade nasıl söylendiği önemlidir. Söylenen şey normalden yüksek sesle mi söylendi, alçak sesle mi, kim söyledi, vurgulamalar, tonlar vs. mesajı çözmemizde nerdeyse sözcükler kadar önemlidir. Genelde serin bulduğum kendi konuşma sesim Japonya'da bana bile yüksek geliyordu, İtalya'da etrafın sesinden kendi sesimi duyamıyordum.
Filipinli çok tanıdığım oldu, o kadar alçak sesle konuşurlardı ki bunun bir derece altı 'dudak okumaya' girer diye düşünürdüm.
Konuşma sesinin yüksekliği kültüreldir. Akdenizliler genel olarak Kuzey Avrupalılardan daha yüksek sesle konuşur, Araplar Akdenizlilerden de yüksek sesle konuşur.
Kuzey Avrupa'da alçak sesle konuşana iyi eğitimli gözüyle bakılırken, Araplarda güçsüzlük ve acizlikle ilişkilendirilir. Güç aralığının çok olduğu kültürlerde (Bkz. Türkiye) yüksek sesle konuşmak doğruluğu, kendinden eminliği, gücü, hatta özgüveni gösterir. Kendini yüksek statüde gören sözlerini dinletmek için yüksek sesle konuşmaya meyleder. Bana sorarsanız 'yırtılmaya yakın' yükseklikteki bu konuşma tarzı kadar itici az şey var dünyada.
Sessizlik de kültüreldir
Konuşma kadar sessizlik de kültüreldir. Sessizlik üzerine yazarken, kullanışlı bir şablon olduğu için geçen yazımda söz ettiğim 'yüksek bağlam' ve 'düşük bağlam' ayrımı üzerinden ilerleyeceğim izninizle.
Yüksek bağlamda sadece sözcüklere bel bağlanmaz; çeşitli duraksamaların olduğu örtük bir konuşma tarzı hâkimdir. "Arif olan anlar" deyimine yüklenir sözü söyleyen, sözü alan da zengin göstermek için leb demeden leblebiyi anlamaya çalışır tüm gücüyle.
Oysa düşük bağlam öyle değildir, doğrudan, ifade ve yargı dolu bir konuşma tarzını içerir. İletişim mesajları netlikle dolaşıma sokulur.
Yüksek bağlam deyince Japonya'dan örnekleyeyim. Takie Lebra, "Japon İletişiminde Sessizliğin Kültürel Önemi" makalesinde Japonya'da sessizliğin dört boyutunu doğruluk, sağduyu, utanç ve meydan okuma olarak tanımlar. İlk üç boyut, olumlu ilişkileri sürdürmeye yardımcı olurken, sonuncusunun olumsuz bir çağrışımı var.
Japon halkı sessizliğe sözlü olmayan iletişimin temel bir biçimi olarak çok değer verir. Onlar için sessizlik, içerdiği tüm belirsizliğe rağmen, diğer ülkeler için olduğundan daha olumlu bir duyguya sahiptir.
Sessizliğin doğruluk boyutu aslında biraz Zen Budizminden kaynaklanıyor; çünkü bu inanca göre sakinlik, derinliğin, kendini geliştirmenin bir göstergesidir ve aydınlanmaya ancak sessizlikle ulaşılabilir. Bu inanışta, sessizlik yoluyla kişi, kendi içindeki ve yaşamdaki gerçeği keşfedebilir, evren hakkında derin bir bilgelik ve bilince ulaşabilir.
Budist bir arkadaşım beni bir haftalık bir sessizlik kampına davet etmişti, "çatlarım ben" gerekçesiyle icabet etmemiştim davete, şu an biraz pişmanım açıkçası, konu hakkında daha derin bir bilgim olabilirdi gitseydim.
Sosyal sağduyu ve sessizlik
Sessizlik aynı zamanda sosyal sağduyuyla da bağlantılıdır: Konuşmacı, anlaşmazlığını açıkça ifade etmek yerine, çatışmayı önlemek için fikirlerini gizli tutmayı tercih eder. Japonya'da en çok rastladığım sessizlik türü buydu sanırım. Kamusal alanda mahcup olmak bir Japon için katlanması en güç şeylerden biridir; o yüzden de sosyal olarak birbirlerini zor durumda bırakmamaya çok özen gösterirler. Sözlerini temkinli seçerler.
"Karşılıklı saygı" ve "başkasının duygularını incitmeme" onların kültürünün en önemli parçalarından biri. Kısacası, Japon kültüründe sessizlik sözcüklere ihtiyaç duyulmayan aktif bir iletişim sürecidir.
İlk bakışta çok ilgisi yokmuş gibi gelebilir ama şu anekdotu anlatmadan geçemeyeceğim; Japonlar karşısındakini utandırmamak konusunda bazı sosyal durumlarda dünyanın en zarif insanları olabilir.
Japonya'da görev yaptığım dönemde bizim Büyükelçilikte çalışan ve Türkçeyi akıcı konuşan Honda-san, Türklerin karıştığı suçlarda kimi zaman emniyette tercümeye çağrılırdı. Adı hırsızlığa karışan bir vatandaşımızın ifadesinin alınması için emniyete gidip geldiği bir gün tesadüfen karşılaşınca o hırsızlık olayını sordum. Anlattığı olay çok ilgimi çekti, "peki bizim vatandaş nasıl biriydi?" diye sorunca, "Bilmiyorum. Elbette utanmasın diye yüzüne bakmadım, biz böyle durumlarda aynı odada olsak bile hemen sandalyemizi başka tarafa çevirir, sanığın yüzüne bakmayız onu utandırmamak için" demişti. Ne incelik değil mi?
Sessizliğin biçimleri
Son olarak, sessizlik meydan okumayı da ifade edebilir. Muhatap belirli bir süre sessiz kaldığında bu bir meydan okuma işareti olabilir.
Batı ve Doğu sessizliğinin ortak yanları var; nezaket, rıza, saygı gibi olumlu anlamlara ya da kayıtsızlık, öfke gibi olumsuz anlamlara sahip olabilirler. Öte yandan, farklı biçimleri de var sessizliğin; örneğin Batı kültüründe yavaş konuşup uzun aralar veren bir konuşmaya kıyasla, hızlı konuşup daha kısa aralar vermek çok daha olumlu bir özellik olarak görülür.
ABD kültüründen de birkaç kuple mırıldanayım izninizle. ABD kültüründe iletişimin nihai amacı pragmatiktir. İletişim, mantık tutarlılığı, sebep sonuç ilişkisi vb. ile sürdürülür. ABD kültüründe sözler muhakkak kişiyi yansıtmaz, kişiden bağımsız kabul edilip öyle çözümlenebilir mesajlar ama Japonlarda sözler doğrudan kişiyi yansıtır. Japonlar toplum içinde fikirlerini açıklamamayı tercih ederken, ABD'liler belli bir konuda fikir beyan etmek konusunda etkileyici bir katılım gösterebilirler.
Burada kaç yazıdır, Japonya böyle, İtalya şöyle falan diye yazıyorum ama iki şeyi tekrar hatırlatayım. İlki; genellemeler her daim hatalıdır. İkincisi; toplumlar değişir. Yani, ben o coğrafyadan döneli nerdeyse bir nesil oldu. Elbette şu an Japonya'da sessizlik hâlâ sosyal etkileşimlerde ana motiflerden biri ancak biliyorum ki Uzak Doğu'da da işler yavaş yavaş değişiyor ve genç nesil, önceki nesillere göre daha bireysel olma eğiliminde, hatırda tutmakta fayda var.
Sessizlik kategorileri
Yazar Paul Goodman'ın sessizlik kategorileri de oldukça kullanışlı bir çerçeve sunar. Ona göre, dokuz tür sessizlik vardır:
Konuşmanın hiç ilgimizi çekmediği kayıtsızlık sessizliği; sadece dinlemek zorunda olduğumuz, içinde olmaktan sıkıldığımızda olan ayık sessizlik; konuşana kızgın olduğumuz kızgınlık içeren gürültülü sessizlik; şaşkınlık sessizliği; o an yaptığımız şeye kendimizi delicesine kaptırdığımızdaki müzikal sessizlik; diğer insanlarla uyumlanmanın getirdiği evrenle birlik sessizliği; konuşma esnasında ortaya çıkan yeni bilginin başınızı döndürdüğü farkındalığın bereketli sessizliği; uyarı algısının canlı sessizliği ve susup karşımızdakine tamamen odaklandığımızda oluşan birlikte olduğun kişiyi bir bütün olarak dinlemenin sessizliği.
Saydım döktüm sessizlik türlerini. Canlı ama müdahaleci olmayan sessizlikler bunlar. Benim gönlümün efendisi başka, işin aslı ben en çok "mücadeleci ve müdahil" olan sessizliği beğeniyorum. Ezen ve ezilen arasındaki güç mücadelesini içeren sessizlik türünü yani. Durumu daha net anlatabilmek için filmlerden de yararlanarak arkaya doğru ilerliyorum izninizle. Basamakta durmayalım, otomatik kapı çarpar!
Mücadeleci ve müdahil bir sessizlikten kastım, sesin olmamasından çok daha fazla şey içeren bir sessizlik. Suskunluk, sükût gibi eşanlamlılar aracılığıyla biraz daha belirginleştirebilirim sanki. Sözcükleri bilerek ve isteyerek kullanmama hali. Karşımızdakini yok sayabileceğimiz ya da bakış açımızı suratına çarpabileceğimiz bir sessizlik.
Mücadeleci ve müdahil bir sessizlik
Eşkıya filmini hatırlarsınız. Gişeleri yıkıp geçmişti gösterime girdiğinde. Film, 35 yıl önce Cudi Dağı'nda bir eşkıya çetesinde iken en yakın arkadaşı Berfo tarafından jandarmaya ihbar edilip hapse giren Baran'ın öyküsünü anlatır. İhbarcı Berfo sonradan Baran'ın altınlarına da el koyup onun sevdalı olduğu Keje'yi ailesinden satın alır.
Baran 35 yıl sonra hapisten çıktığında artık İstanbul'da olan arkadaşından bunun hesabını sormaya ve Keje'ye kavuşmaya gider. Nihayet hesaplaşma anı geldiğinde, artık oksijen tüpüyle nefes alabilen Berfo yaptıklarını itiraf eder ve şöyle der; "Anasına babasına altınları sayınca verdiler Keje'yi bana. Keje hiç itiraz etmedi ama beni istemedi. Benimle geldi. Ama bir daha ağzını açmadı. Tek kelime konuşmadı, ne benimle, ne de başkasıyla. Konuşması için yalvardım. Dövdüm, saçlarından tutup yerlerde sürükledim. Sokaklara attım. Diz çöküp ağladım ama konuşmadı. 35 senedir susuyor Keje" der. Daha sonra Baran'la karşılaşma sahnesinde dili çözülür Keje'nin. Baran bir süre sonra gelip onu alacağını söylediğinde de "Ben susarım Baran, sen dönene kadar" der.
Bağlamına göre hem bir direnç hem de bir teslimiyet biçimi olarak hayata geçebilen suskunluğun Keje'nin elinde nasıl bir mücadele silahına dönüştüğünü izlemek müthiştir. Keje altınlar karşısında Berfo'ya satılmış ama susarak bu alışverişi geçersiz kılmıştır.
Elbette sözcüklerle ifade etmekten çok daha zor, çok daha dolambaçlı, algılanması son derece güç bir yol bu. Ama 'anlam inşadır'. Nasıl inşa ettiğinize bağlı olarak sessizlik bazı durumlar için mükemmel bir yanıt içerebilir bence. Sessizliği ile zalimi oyun dışına itebilir insan. Ortada bir oyun yoksa ya da artık kalmadığını düşünüyorsanız susarak da son verebilirsiniz eziyete.
Bazen, nadiren de olsa, zorbanın ayağının altından halıyı susarak çekebilirsiniz. Çünkü zorbalar, kendileri hakkında konuşulsun ister. Bazen korkmamaktır susmak.
En başta sorduğum soruya geri döneyim. Sessizlik konuşur mu? Bunca laftan sonra diyorum ki, konuşur. Kulak verirseniz duyabilirsiniz. Ha bir de şunu ekleyeyim son olarak, yeterince ağlamayan, susan arkadaşlarınıza iyi davranın. Dünya üzerindeki konuşma sayısı kadar susma biçimi var çünkü... (AA/SD)