İngiltere Başbakanı David Cameron, Suriye'ye dair emperyalist bakış açısını, Mart ayı ortasında gerçekleştirdiği ABD ziyareti sırasında veciz bir şekilde ifade etmişti.
Cameron'a göre, Suriye'deki "şiddeti sona erdirmenin en kısa yolu, aşağıdan gelişen bir devrimden ziyade Esad'ın çekildiği bir geçiş süreci" idi.
Gerçekten de Suriye'de halk ayaklanmasının başladığı 2011 yılının Mart ayından itibaren başta ABD, emperyal merkezlerin temel korkusu, Esad'ın aşağıdan gelişen, kontrol edilemez bir ayaklanmanın sonucunda devrilmesiydi.
Esad sonrasında ülkenin örneğin Irak benzeri kontrol edilemez bir kaosa sürüklenmesi ihtimali ABD, hatta İsrail'i endişelendiriyordu. Bu nedenle 'Batı', Baas rejiminin hızla ve esas itibariyle içerideki halk hareketinin basıncıyla çözülmesinden ziyade, gerek rejimi gerekse Suriye toplumunu yıpratacak ve yoracak uzatmalı bir çatışma sürecinin yaşanmasını tercih ediyor gibi.
Uzun süreli bir çatışma ortamının Esad rejimini paralize edeceği, halk hareketini ise emperyal ve bölgesel aktörlere muhtaç ve bağımlı kılacağı hesabı yapılıyor.
Belki de ancak ülkeyi 'Lübnanlaşma' riskiyle karşı karşıya bırakacak böylesi bir çatışma sürecinin ardından 'insani' kisveli bir uluslararası müdahale gündeme gelecek.
Bununla bağlantılı olarak, son bir küsür yıl içinde Suriye'de Libya tipi alelacele bir emperyalist müdahalenin yaşanacağı kestiriminde bulunmuş olanlar da haklı çıkmadı. Hiç değilse şu an için açık olan, bırakın karadan bir müdahaleyi, Libya tipinde hava kuvvetleriyle sınırlı bir saldırıyı dahi öne süren kesimlerin cılızlığı. Zaten askeri stratejisini Çin'i çevrelemeye dönük olarak Asya-Pasifik merkezli bir dönüşüme tabi tutan ABD'nin Afganistan ve Irak fiyaskolarından sonra sonu belirsiz bir Suriye macerasına kendisini öylece teslim edeceğini sanmak yanlış.
Katar ve Suudi Arabistan'ın onca basıncına rağmen muhalefetin silahlandırılması meselesi dahi açıklığa kavuşturulmuş, üzerinde uzlaşmaya varılmış bir husus değil. Dolayısıyla hedeflenen, Esad rejiminin tedrici bir biçimde zayıflatılması ve bu süreçte Esad sonrası süreci emperyal çıkarlara uyarlı bir biçimde idare edecek bir 'muhalefetin' biçimlendirilmesidir.
Ne olursa olsun, şimdiden belli ki Suriye'deki ayaklanmanın 'dostları' yok, ülkedeki halk ayaklanmasının başarısını, yani kendi ayakları üzerinde durarak Esad diktasını devirmesini isteyen yok. İstenen, emperyal vesayet altında olacak kontrollü bir 'geçiş' süreci.
Bu noktada Türkiye'nin oluşumunda etkin rol oynadığı ve muhalefetin 'uluslararası toplum' nezdinde en görünür yüzü olan Suriye Ulusal Konseyi'nden (SUK) bahsetmek elzem. SUK elbette homojen bir yapı değil. İçerisinde Müslüman Kardeşler kadar örneğin Riyad al-Turk'un Halkın Demokratik Partisi gibi sol tandanslı güçleri biraraya getiriyor.
Emperyal ve bölgesel güçler SUK'un bu heterojen ve zaman zaman ciddi iç ihtilaflara vesile olan yapısını homojenize etmeye, onu Libya'daki Geçici Ulusal Konsey misali daha homojen ve itaatkâr bir yapıya çevirmeye çalışıyor. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, SUK önderliği baştan itibaren ayaklanmanın kaderini emperyalistlere ve Körfez monarşilerine teslim eden bir siyasal çizgiyi tercih etti. Ayaklanan ahalinin en temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir çaba ve duyarlılığı sergilemezken enerjisini Suriye'ye şu ya da bu biçimde bir uluslararası müdahaleyi mümkün kılacak diplomatik ayak oyunlarına harcadı.
SUK içindeki Müslüman Kardeşler ve önemli bir bölümü emperyal siyasal konsensüse bağımlı profesyonel siyaset erbabı, halk hareketine kendi çıkarları uğruna kullandıkları bir araç, ellerinde diplomasi masasına sürecekleri bir koz muamelesi yapıyor. Ayaklanmanın kaderi konusunda ortaya koyabildikleri tek stratejinin dünyanın efendilerine hoş görünmek olması, SUK'u oluşturan güçlerin büyük bölümünün politik ufkunu ortaya koyuyor.
Böylece meşru bir halk hareketi, emperyalistlerin ve Körfez monarşilerinin elinde bir aparata dönüştürülmeye çalışılıyor, SUK da buna öncülük ediyor. Ülke içerisindeki halk hareketinin ana mecrası sayılabilecek Yerel Koordinasyon Komiteleri gibi oluşumların ise bu girişimlere karşı çıkacak, onları geçersizleştirecek etki ve yetenekte olmadığı görülüyor, hiç değilse şimdilik.
Aslında SUK'u oluşturan politik güçlerin (Müslüman Kardeşler de dahil olmak üzere) çoğunun ülke içinde ciddi bir örgütsel gücü ve tabanı bulunmuyor. Hareket baştan itibaren yerel aktivistlerin oluşturduğu komiteler etrafında örgütleniyor. Ancak söz konusu komitelerin SUK'a tabi oldukları ve ona bir politik alternatif geliştirmedikleri sürece giderek daha fazla 'dışarıdaki' muhalefete ve elbette onların avuç açtığı uluslararası aktörlere tabi olacaklar.
'Suriye'nin Dostları' konferansında kabul edildiği üzere silahlı güçlerin SUK denetiminde ve Suudi Arabistan ve Körfez monarşilerinin sponsorluğunda merkezileştirilmesi bu etkiyi daha da artıracak bir gelişme.
Ayaklanmanın gelişiminde SUK aracılığıyla Suudi Krallığı ve Körfez ülkelerinin etki ve denetiminin artması, ülkedeki mezhebi çatışma riskini daha da artırıyor. Beşar Esad'ın izlediği mezhepçi çizgi zaten ülkeyi bir mezhep savaşının eşiğine getirmiş durumda.
Esad'a bağlı paramiliter güçlerin giriştirdiği mezhebi saldırılar ve bunlara karşı boy gösteren kimi karşı saldırılar ülkenin kimi bölümlerinde böyle bir riski artırmış durumda. Ayaklanmanın bölgedeki 'Şii hilalini' kırmayı hedef bellemiş Suudi Krallığı ve Körfez ülkelerce yozlaştırılması, siyasal ihtilafın bir mezhep çatışması karakterini edinmesi tehlikesini artırıyor. Dahası, SUK'un halk hareketini değil de silahlı güçleri esas alan bir stratejiye yönelmesi bu ihtimali da ha da kuvvetlendiriyor.
Neyse ki ülke içindeki muhalefet silahlı güçlerin ancak özsavunma düzeyinde kalması ve ayaklanmanın bir halk hareketi, daha doğru deyimle bir sivil itaatsizlik (isyan-al medeni) hareketi olarak devam etmesinde ısrar ediyor oluşu olumlu. Ancak gerek rejimin saldırganlığı gerekse Türkiye de dahil bölgesel aktörlerin kışkırtmalarını hesaba katarsak bu durumun ne kadar böyle sürebileceğini tahmin etmek güç.
Sivil itaatsizlik ve kitle seferberliği bu ifade edilen etkenlerin yardımıyla yerini silahlı kapışmaya tümden terkederse dış manipülasyonlara daha da açık bir ortam oluşacaktır.
Türkiye, Kürt meselesinin de basıncı altında Suriye'ye olası bir uluslararası müdahalenin koçbaşı olmaya doğru sürükleniyor. Müdahale hususunda Türkiye, Suudi Krallığı ve Körfez ülkeleri müstesna, en 'şahin' pozisyonu savunan ülke görünümünde.
Kısa vadede bir emperyalist müdahalenin ufukta olmayışı bizi yanıltmasın: Türkiye'nin şu ya da bu bahaneyle (göçmen akını, 'terör saldırıları') Suriye ile arasında imza edilmiş Adana Antlaşması'nın ilgili maddelerine de refere ederek bir tampon bölge ya da bir güvenlik alanı oluşturma ihtimalini bir an bile aklımızdan çıkarmamalıyız.
Böyle bir girişimin hedefi ve olası sonucu, Suriye'deki ayaklanmanın desteklenmesinden ziyade Kürt hareketinin Suriye'deki gelişimini durdurmak, Esad sonrasında ülkedeki gelişmeleri kontrol ederek Kürt taleplerinin gerçekleşmesini mümkün mertebe kısıtlamak olacaktır.
Kürt meselesini bu tip bölgesel yayılma yoluyla 'dışarıdan' ve Kürtlere rağmen 'çözme' girişimlerine karşı solun uyanık olması gerekiyor. Bunu yapmanın yolu ise Suriye'deki ayaklanmayı basitçe bir emperyalist manipülasyon, bir İslamcı-terörist kumpas olarak gösteren ve hiç de inandırıcı olmayan Baas propagandasını yeniden üretmek değil elbette.
Suriye'deki ayaklanmaya ve onun meşru taleplerine sahip çıkmak; ancak başta Türkiye olmak üzere emperyal ve bölgesel aktörlerin bu ayaklanmayı yolundan saptırma ve yozlaştırma girişimlerine karşı da açık tutum almak gerekiyor.
Basit bir evet ya da hayır ile çözemeyeceğimiz bir meseleyle, karmaşık bir görevler bütünüyle karşı karşıyayız. Emperyalist müdahale tehdidine ve manipülasyonlara hayır derken Beşar Esad'a hayır dememek/diyememek, gelecekte sosyalist hareketi ciddi bir pratik ve belki de daha önemlisi moral/ahlaki yükle karşı karşıya bırakacaktır. (FB/HK)