Suriye'deki ayaklanmanın militarize olmasıyla bir "Lübnanlaşma" senaryosuyla karşı karşıya olduğu uzun zamandır söyleniyor. "Lübnanlaşma" başlığı altında tarif edilen basitçe bir iç savaş ya da mezhepsel temelde bir iç çatışma değil. "Lübnanlaşma", farklı etnik ya da mezhepsel kökenli silahlı güçlerin emperyal ya da bölgesel aktörlerin sponsorluğunda birbiriyle uzun süreli bir yıpratma savaşına girdiği bir durum. Ülkedeki "Lübnanlaşma" tehlikesine dur diyebilmek için bu dinamiğin nasıl ve hangi mekanizmalar aracılığıyla işlediğini tartışmak elzem.
Böyle bir tartışmayı yürütebilmek için meseleyi iyice içinden çıkılmaz hale getiren bir dizi şablondan kaçınmak gerekiyor. Suriye'deki ayaklanmanın dışarıdan destek alan bir avuç İslamcı teröristin ya da çapulcunun işi olduğu bu kalıp düşüncelerden Türkiye solunda en yaygın olanı. Her şeyden önce bu şablon, Suriye'de mezhepçi şiddetin neden ve nasıl yükseldiğine ilişkin rejimin söylemini basitçe yeniden üretmekle malul. Dahası, kimse alınmasın ama, Suriye'de bir buçuk yıldır devam edegelen siyasal ve sosyal türbülansın dış kaynaklı bir terörist konspirasyondan ibaret olduğunu savunmak ancak bir terörle mücadele uzmanına makul görünebilecek muhafazakâr-polisiye bir kafanın ürünü olabilir.
Mezhepçi şiddetin bir numaralı sorumlusu elbette rejimin mezhepsel ve etnik ayrımları kendi lehine işlevli kılmaya dönük stratejisi. Esad rejiminin bilhassa paramiliter güçleri aracılığıyla devreye soktuğu mezhepçi şiddet ve kaşıdığı mezhepsel korku ve garezler hususu dikkate alınmazsa ülkedeki "Lübnanlaşma" dinamiği anlaşılamaz. Ancak bu kısa yazı mezhepçi şiddetin yükselmesinde Esad rejiminin rolüyle alakalı değil; rejim karşıtı silahlı güçlerin nasıl ve hangi yollarla mezhepçi şiddeti yeniden üretip kışkırttığı üzerine.
Suriye'deki ayaklanmanın silahlı kanadı söz konusu olduğunda akla doğal olarak Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) geliyor. Türkiye'de sıklıkla sanıldığının aksine ÖSO, yerel silahlı birliklerinin benimsediği bir şemsiye isimden ibaret. ÖSO'yu merkezi bir komuta yapısına kavuşturma çabaları yoğunlaşmış olsa da bu durum bütünüyle değişmiş değil. Yani ÖSO'nun Türkiye'de bulunan komuta merkezi Suriye'deki silahlı birimler üzerinde mutlak kontrol sahibi değil. Hatta son dönemde oluşturulan bölgesel askeri meclislerin ülkedeki silahlı muhalefetin gerçek merkezleri olduğunu söylemek mümkün. Bu bölgesel askeri meclisler kendi yörelerindeki mahalli askeri birimleri bir komuta merkezi etrafında birleştirmeye, yani onları belli bir koordinasyon içerisinde hareket ettirmeye önemli ölçüde muvaffak olmuş görünüyorlar. ÖSO'nun son dönemdeki önemli askeri başarıları bu yerel koordinasyon merkezlerinin, yani bölgesel askeri meclislerin eseri sayılmalı. ÖSO bugün Suriye'de küçümsenmemesi gereken bir coğrafi alanda rejimin şiddet tekelini ortadan kaldırmış ve fiilen "kurtarılmış bölgeler" oluşturmuş durumda. (Böylesi bir şeyin asgari düzeyde dahi halk desteği olmadan gerçekleştirilemeyeceğini öngörmek için illa ki Lin Biao okumuş olmak gerekmediğini hatırlatıp geçelim.)
Ancak Suriye'deki silahlı muhalefetin dağınık ve merkezsiz, yani tekil bir emir komuta zincirine tabi olmayan karakteri baki. Bu durum bölgesel aktörlerin Suriye'deki siyasal krize giderek daha fazla angaje olmalarıyla birlikte ciddi riskleri de beraberinde getiriyor. Her şeyden önce, bölgede İran etkisini kırmak isteyen Katar ya da Suudi Krallığı gibi güçlerin (Türkiye'yi de unutmamak lazım elbet) silah ya da para yardımlarıyla muhalefetin silahlı kanadını giderek dolaylı da olsa kendi denetimlerine almaları riski söz konusu. Bu, Suriye'deki iç ihtilafın, giderek bir bölgesel çatışma konusu halini alması sürecinin bir parçası. Suriye'de sorun zaten halk ayaklanmasının zamanla bölgesel ve emperyal aktörler arasındaki jeostratejik bir kapışmanın alanı haline gelmesi. Ayaklanmanın militarizasyonu bu süreci hızlandıran, gerek bir iç savaş tehlikesini gerekse emperyal bir askeri müdahale riskini pekiştiren bir şey.
Yerel silahlı gruplar son iki üç ay içerisinde miktar itibariyle arttığı söylenen finansal ve askeri desteği elde edebilmek için birbirleriyle rekabet halinde. Doğrudan doğruya dış desteğe erişimi olan müsellah gruplar, bu desteği kendi etkinlik ve güçlerini artırmak için kullanıyor. Genellikle Suudi ya da Katar desteğine erişimleri daha mümkün olan Selefi silahlı gruplar büyüyor, birer askeri cazibe merkezi haline geliyor. Genişleyen bu gruplar güçlerini zaman zaman diğer yerel grupların aleyhine kullanmaktan çekinmiyor. Kaynaklar için mücadele, dışarıya bağımlı silahlı güçlerin (çoğu zaman İslamcı yönelimli birlikler bunlar) diğerleri aleyhine güçlenmesi sonucunu doğuruyor. Mezhepçi kaygılarla hareket eden dış sponsorlara bağımlı bu silahlı güçlerin mezhepçi söylemleri benimsemesi, hatta bu yönde şiddet kullanması da elbette daha sık söz konusu oluyor.
Birkaç örnek vermek belki kolaylaştırıcı olur: Mesela Humus'ta ciddi askeri başarılara imza atmış olan "Al Faruk müfrezesi" adlı grubun Suudi finansal desteğinden faydalanarak silahlandığı, bu güçten istifade ederek bölgedeki diğer yerel silahlı muhalif gruplar üzerinde de terör estirdiği ve mezhep temelli şiddet eylemlerine karıştığı bildiriliyor. Yine özellikle Müslüman Kardeşler'in Suriye içerisinde kendilerine bağlı silahlı gruplar oluşturdukları ya da varolanları kendilerine bağladıkları biliniyor. Batı basınında yer alan bir dizi haber, Müslüman Kardeşler'in yerel silahlı grupları kendilerine bağlamak için finansal güçlerini devreye soktuklarını ve silahlı birimlerden İslami sembolleri öne çıkarmalarını istediklerini bildiriyor. Örnek olarak Müslüman Kardeşler'in finansal olarak desteklediği söylenen Halid Ibn al-Walid müfrezesini anabiliriz. Müslüman Kardeşler, özellikle Türkiye'nin kendilerine sağladığı olanaklardan istifade ederek değişik silahlı grupları ÖSO'yu da aşarak doğrudan kendilerine bağlama çabasında. Bu örgütün özellikle Antakya'yı ülke içindeki değişik silahlı birimleri kendilerine tabi kılmak için bir üs olarak kullandığı söylenmekte. Dış yardımın kışkırttığı askeri rekabet ve İslamileşme hususunda örnekler çoğaltılabilir: Mesela nüfusunun altıda biri Hıristiyan olan ve ayaklanmanın önemli merkezlerinden olan Zabadani'de iki askeri grup var. Bunlardan biri seküler karakterdeyken diğer Selefilerden oluşuyor. İkinci grup dışardan para ve mühimmat temin edebildiği için güçlenmiş durumda. Henüz Zabadani ve başka birçok yörede açık bir rekabet söz konusu değil ancak "Rijal Allah" müfrezesinden olan ve silahlı muhalefet içerisinde İslamcılara mesafe alan ve mezhepçi söylemleri açıkça eleştiren Yüzbaşı Amjad al Hamid'in "faili meçhul" bir suikaste kurban gitmesi, silahlı gruplar arasındaki çekişmenin hangi noktalara varabileceğinin açık bir örneği. Söz konusu rekabet, silahlı birimler arasında askeri meclisler yoluyla oluşturulan koordinasyonu da baltalayabiliyor. Mesela İdlib'deki bölgesel askeri meclisle Selefi görünümlü Ahrar al Sham müfrezesi arasında ciddi bir çekişme bulunduğu söyleniyor.
Sayısı artırılabilecek bu gibi örnekler Suriye'deki yerel rejim karşıtı silahlı milislerin bütünüyle dış destekli İslamcı militanlardan mürekkep bulunduğu anlamına gelmiyor elbette. Çoğunlukla asker kaçaklarının, kendilerini koruma derdindeki ahalinin oluşturduğu oldukça parçalı ve kalabalık bir silahlı gruplar tablosu var karşımızda. Netice itibariyle, silahlı muhalefetin bütünüyle emperyalizme bağlı İslami militanlar olduğu söylemi ne kadar şabloncu ve yanlışsa yukarıda sayılan (mezhebileşme, bağımlılık) bir dizi riskin göz ardı edilmesi ve küçümsenmesi de o kadar hatalı olur. Rejime karşı ayaklanan, rejimin başvurduğu şiddet karşısında silaha sarılmak zorunda kalan ya da halka ateş açmamak için askerden kaçan insanların oluşturduğu askeri birimler "terörist" değil. Terörist olan, ülkede giderek kendisi de bir milis grubuna, silahlı bir çeteye dönüşen Esad rejiminin zaten gani gani kışkırttığı mezhepçiliği kaşımaktan çekinmeyen, silahlı muhalefeti kendi çıkarları ve ideolojik tercihleri doğrultusunda satın almaya girişen, bu anlamda da halk hareketini yozlaştıran Katar, Suudi Arabistan ve elbette Türkiye (ABD'nin dolaylı payını şimdilik geçelim). Kısacası Suriye'de yaygınlaşma temayülü gösteren mezhepçi şiddete dur demek için zulme karşı başkaldıran ahaliye değil, öncelikle Esad'a ve halk hareketini jeostratejik çıkarları için bir koza dönüştürmek peşindeki mezhepçi Katar, Suudi Krallığı ve evet Türkiye'ye dur demek gerekiyor. Ayaklanmaya değil, ayaklanmanın "çalınarak" yozlaştırılması girişimlerine karşı çıkmamız gerek.
(Bundan aylar önce Seda Altuğ ile birlikte İdlib'teki Yerel Koordinasyon Komiteleri'nden bir aktivistle ayaklanma üzerine geniş bir söyleşi gerçekleştirmiştik. Express dergisinde çıkan bu söyleşi sırasında muhatabımıza başta Müslüman Kardeşler olmak üzere dışardıdaki "muhalefet" gruplarının aldıkları mali destekle ayaklanmayı "çalmasının" mümkün olup olmadığını sormuştuk. Bize bugün de geçerliliğini koruyan şu cevabı vermişti: "Tabiri caizse, biz sokakta uyuklarken yeni yeni gözlerini açmaya başlayan bir köpek gibiyiz. Bir gözümüz rejimde, bir gözümüzse bu profesyonel siyasetçilerde -dış muhalefeti kastediyor- olmak durumunda. O nedenle iki gözümüzün de sürekli olarak açık kalması gerekiyor. Bir gözümüzü kapatırsak rejim, diğer gözümüzü kapatırsak bu siyasetçiler üstümüze atlayacak. O yüzden çok dikkatli olmalıyız.") (FB/HK)