İtalya'nın dünya çapında ilgi gören lagün kenti Venedik'in yanı başında Marghera sanayi bölgesi 2 bin hektarlık bir alan kurutularak 1918'de oluşturulmuş. Ulaşımın su üzerinden sağlandığı tarihî kentten 5 kilometre mesafedeki devasa sanayi mahallesi için 40 km kara yolu, 135 km demir yolu, 18 km su kanalı inşa edilmiş.
İtalya'nın İkinci Dünya Savaşından sonra iktisadi olarak toparlanmasında büyük payı olan Marghera'da petrokimya ve tersane en başta olmak üzere birçok sektör gelişmiş, buna paralel olarak işçi hakları hususunda da önemli kazanımlar elde edilmiş. İşçi ölümleri kalabalık yürüyüşlerle protesto edilirken geniş çaplı grevlerle hükümetler hizaya çekilmiş.
Oysa günümüzdeki Marghera yorgun, yaşlı ve hüzünlü bir imaj sergiliyor. Yabancı işçiler kazançlarının düşüklüğünden şikâyet ederken yerli çalışanlar geçmişin parlak atmosferinden geriye pek bir şey kalmadığından dem vuruyorlar. Hatta bazı TIR şoförleri Türkiye'nin günümüzdeki durumunu, gıpta edilecek bir vaziyet olarak konuşmalarına malzeme bile yapabiliyor.
Bölgede doğmuş sinemacı Andrea Segre "Il Pianeta in Mare" (Sudaki Gezegen) adlı belgeselde, antropolojik ve etnografik bakış açısından yola çıkarak melankolik bir şiirselliğe yelken açıyor. Geçenlerde 76. Venedik Film Festivalinde yer alan 93 dakikalık İtalya yapımı film taşranın boğucu havasını iliklerinizde hissettiriyor.
Milliyetçilikle ırkçılık kol kola
Segre'nin kamerası Afrikalı, Bangladeşli, Romanyalı işçileri çalıştıkları müessesede veya özel hayatlarında takip ediyor. Camide namaz kılan kalabalık bir Müslüman grubunu izlerken yönetmenin İtalya'da göçmen problemleri ve haklarıyla en çok ilgilenen sinemacılardan biri olduğu tekrar aklımıza geliyor.
Segre'nin ilgi alanına girenler arasında Sicilyalı bir işçi de var. Adasından kuzey bölgelerinden Veneto'daki Marghera'ya geldiğinde, İtalya'nın genelindeki Kuzey-Güney çatışmasından payını almış olduğunu hatırlıyor. Başlarda Venedik şivesini başka bir dilmişçesine anlamakta zorlandığını belirtirken, Kuzeyli İtalya halkının Güneylilere yönelik küçümsemelerden, ön yargılardan, ayrımcılık ve ırkçılıklardan şahsen muzdarip olduğunu inkâr etmiyor.
Erkek muhabbeti enerjisinin baskın olarak hissedildiği bir diğer ortamda bir TIR şoförü Sırplar'a olan sempatisini ifade ederken öylesine sevecen bir halkın savaşa nasıl karıştığını anlayamadığını belirtiyor. İtalya pasaportuna sahip olmasının mevzubahis yakınlaşma dinamiklerindeki yüksek payının farkında olduğu kesin.
Meslektaşları ve kamerayla cömertçe paylaşılacak Türkiye hakkında yorumları da var aynı adamın. Önce İtalyan şirketi Astaldi'nin Türkiye'deki köprü yapımı icraatı hakkında böbürleniyor, sonra da "Erdoğan hakkında kim ne derse desin, memlekette üç şeritli yollar var, her şey tıkır tıkır işliyor!" diyor. "Yalnız restoranlarda kadın garson bulman söz konusu değil, sanki hepsini öldürmüşler. Bütün erkekler de bıyıklı..." diye devam ediyor. "Kara yollarında bile megafonlar var, günde iki üç kere dua yayını yapılıyor." Başka bir şoför "Altı saatte bir" diye araya giriyor. Sazı eline almış esas şoför her duyduğu anda, aşırı volümde aniden başladığı için onu korkutan ezanı beceriksizce de olsa, iki kere taklit ederek meslektaşlarını güldürüyor. Aynı hususta, Sudanlı Suhaib Gasmelbari'nin "Talking About Trees" (Ağaçlardan Bahsetmek) filmini hatırlamamak ne mümkün!
Romanyalı iki işçi ise birbirlerine Marghera'daki kazançlarının geçmişe göre düşük olduğundan dert yanıyor, bir tanesi, "Bangladeşli çingeneler geldi, piyasayı bozdu" diyebiliyor.
Bitap düşmüş arsız kapitalizm manzaraları
Şiirsel bir anlatımla etnografik bir çöküşü yansıtmaya çalışan Andrea Segre'nin pek iyimser olmadığı bir kez daha anlaşılıyor. Daima önemsediği göçmen sorunlarının yanı sıra sinematografisiyle de seyirciyi yakalayan filminde lagünün sanayi ve turizmle nasıl kirlendiğini aktarıyor. Bir zamanlar tekir ve yılan balıklarının kaynadığı mıntıkalarda artık solucan bulmak bile zorlaşmış vaziyette ne de olsa. 32 kişinin öldüğü Costa Concordia kruvaziyer gemisi kazasını akla getiren görkemli tersane görüntülerinin yanında, iki balıkçı Venedik'i ana karaya bağlayan köprünün bacakları arasında, kapkara çamur ve balçığın içinde solucan arıyor: "Buralarda balıkçılık öldü!"
Segre, Faşist propagandayla özdeşleşmiş Istituto Luce'nin bölgede eskiden çekilmiş arşiv filmlerinden de layıkıyla yararlanıp bir zamanlar umut dolu bir halkın hayallerine bizi de dahil ediyor. Oysa Violetta Bovo'nun ustalıkla işlettiği, floresan lambalarının ışığıyla aydınlatılmış Trattoria da Viola'ya artık bezgin bir ruh hâkim. Sintisayzırın soğuk ritmleri eşliğinde artık eski kıvraklığını yitirmiş ikili danslar dışında, fabrika yemekhanesi kıvamındaki mekânda karaoke en sevilen eğlencelerden.
Toplu bir ayindeymiş gibi söylenen Massimo Ranieri'nin demode "Se bruciasse la citta" (Şehir Yansa) şarkısı, çığlık çığlığa şakıyan yorgun sesler arasındaki detone şahıslar yüzünden iyice kakofoniye dönüşüyor. Neyse ki filmin sonunda imdadımıza eski toprak Violetta yetişiyor ve kendini bilerek, Patty Pravo'nun imajı ve sesine saygılı bir tavırla "E dimmi che non vuoi morire" (Bana ölmek istemediğini söyle) diyor... (RL/AÖ)