Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabında sıkça keyfi tarih kurguları yer almakta. Böylesi de normal çünkü amaç Osmanlı övgücülüğü olunca, tarih disiplininin yerini amaca uygun ‘hikâye’ anlatıcılığı almakta.
Kitaptan kısa alıntılar yaparak notlar düşeceğim.
Şöyle diyor Davutoğlu:
“Osmanlı-Türk dış politika geleneğinin emperyal/sömürgeci bir strateji yürütmemiş olması …” Syf. 52)
1911-12 yılları arasında “Nihayet sömürgecilere karşı verilen Trablusgarp direnişi ile…”
“… Osmanlı Devleti’nin sömürgecilik karşısındaki direnci …” (Syf 207)
“Osmanlı egemenliğinin Arap dünyasının gelişmesini engelleyen sömürgeci bir yapı değil, bu asırlarda dünyanın değişik bölgelerinin bir kasırga gibi kültür tasfiyesinden geçiren Batı sömürgeciliği karşısında koruyucu bir kalkan olduğu anlaşılmaksızın…” (Syf. 408)
Çok tartışılan bu konu, çok tartışılmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Siyasal İslamcı zevatın bütün derdi, Osmanlı’yı bilumum olumsuz kavram ve yapılardan korumaktır. Bunu da ancak tarihi çarpıtarak yapmak zorundadır. Yazının sınırları bakımından şu kadarını söyleyeyim ki; Osmanlı sömürgeci (19. yüzyılda kullanılan emperyalizm kavramını kapitalizmin bir aşaması sayarsak, Osmanlı’da kapitalist üretim olmadığı için, Osmanlı emperyalizminden söz edemeyiz) bir devletti ancak bu durum, Batı sömürgeciliğiyle eşdeğer değildi.
Mazlum, masum, eşitlikçi, toplumları sömürgecilere karşı koruyan bir Osmanlı’dan söz etmek, kendi gözündeki merteği görmemektir.
“Asrın başında İslam dünyasının manevi ve politik birliğini temsil eden Hilafet kurumunu bünyesinde barındırması sadece kendi sınırları içerisindeki toplulukları değil, bu sınırların ötesindeki Müslüman toplumun sorumluluklarını da üstlenen Osmanlı Devleti…” (Syf. 256-257)
Birkaç saptama: Asrın başı denilen tarih 1900’lerdir. Bırakın asrın başını, Halifelik makamının Mısır’dan gasp yoluyla İstanbul’a getirildiği I. Selim’den son padişaha kadar İslam dünyasının manevi ve politik birliği Halife padişah bünyesinde temsil olunmadı. Kaldı ki, Hilafet kurumu da hiçbir zaman Müslüman toplulukları tümüyle temsil etme noktasına ulaşamamıştır.
Bu alıntıda günceli ilgilendiren taraf şudur: Osmanlı kendi sınırının dışındaki Müslüman toplumların sorumluluklarını üstlendiğine (Böyle bir durum yok ama) göre, Türkiye bundan niye geri kalmamalı! Osmanlı’ya atfedilen bu güç şişkinliğini, bugünün dış politikasında arkaya alınacak bir rüzgâr olarak değerlendirmeye kalkmaktır ki, buna macera derler. Çünkü ortada hem rüzgâr yoktur hem de köprünün altından çok sular akmıştır!
“Batı medeniyeti içinde Rönesans canlanmasını sağlayan İtalya kültür çevresine de bu misyonu dönemin hâkim medeniyeti olan İslam medeniyeti ile kurduğu köprü ilişkisi vermiştir.” (Syf. 92)
Medeniyetler kategorik ayırımlar olarak değil, karşılıklı etkileşim bağlamında gelişirler. Ancak Müslümanlardaki şu Rönesans kıskançlığı da çekilir gibi değil artık, çok komik oluyor!
Türkiye’yi merkeze alarak Osmanlı coğrafyası üzerinde yeniden bir etkinlik kurmayı bize stratejik derinlik olarak sunan Davutoğlu’nun bu düşüncesinin gerçeklikle bir ilgisi yok! Davutoğlu, Osmanlı bakiyesi bu ülke ve halklardan Türkiye’yi seven 3 tane devlet veya halk ismi sayamıyor. Bosna ve Balkanlar’daki Müslüman azınlık dışında kim Türkiye’ye sempati besliyor? Osmanlı bakiyesi olmak, Türkiye’yi merkez kabul etmek anlamına gelir mi?
Arap ülkelerinin bırakın Türkiye Cumhuriyeti’ne, Osmanlı devletine bakışları nasıl? Libya – Irak – Yemen üçgeninde yer alan Mısır ve Arap yarımadası üzerindeki ülkelerde Osmanlı’ya sempati mi duyuyorlar yoksa tarihsel bir tepki mi? Gerçi Davutoğlu bu tepkinin farkında ve bunu, sömürgeci Batı’nın Arap entelektüellerini milliyetçilikle şekillendirmelerine bağlıyor.
Bütün bunlar elbette devletler ve halklar arasında iyi ilişkiler kurmaya engel değiller. Ancak Osmanlı’nın temsilcisi Türkiye Cumhuriyet’i olarak merkez benim, ağabeyiniz benim dediğiniz zaman, ya köprülerin altından çok su aktığını bilmeyen hayalciler olarak ya da yeni sömürgeciler olarak değerlendirilirsiniz.
İslam, İslam deyip duran Davutoğlu’na, İslam senin tekelinde mi veya hangi İslam diye sorarlar. Sahi IŞİD’ın, El Kaide’nin, Taliban’ın, Mursi’nin, Esad’ın, Barzani’nin, Suud Kralı Salman’ın, Hamaney’in, Mursi’nin, Sisi’nin; hangisinin İslam’ı? Stratejik Derinlik’te sayfalar boyu anlatılan dış politika stratejisi, Osmanlı etki alanı olarak nitelendirilen sahadaki bu İslamlardan hangisiyle örtüşüyor veya çatışıyor?
Osmanlı’yı ve İslam’ı çevre ülkeler için geliştirilecek stratejinin anahtarı olan gören Davutoğlu, bir dış politika tahlilinden çok, ideolojik söylemlerle hayal satıyor. Ayrıca bu söylemler bolca iç politika malzemesi olarak da kullanıyor.
Davutoğlu gibi bir akademisyenin bunları bilmemesine ihtimal vermiyorum. Ancak ideoloji, kimi zaman insanı işte böyle peşinden koşturur. Bu koşuya bir de iktidar gücüne ulaşma eklendiğinde, değil bilimsel olma kaygısını taşımak, savaş bile çıkarılır!
Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik”i, Ölü Deniz seviyesinde bir derinliğe, kapalılığa ve etkisizliğe sahip. Hiç değilse Ölü Deniz’i (Lut Gölü) besleyen bir Şeria Irmağı var, “Stratejik Derinlik”in besleyen bir ırmak da yok!
Özetle Davutoğlu’nun dediği şu. Bana bir Osmanlı verin, dünyayı yerinden oynatayım!
Bir eleştiri olarak değil ama bir uyarı olarak bu notu yazıyorum: Kitabın 226. sayfasında Normandiya Çıkarması’nın 1942’de yapıldığı yazıyor. Hâlbuki çıkarma 1944 yılında yapıldı. Bu tarih yanlışlığının sehven bir yazım hatası olduğu açık. Bu vesileyle düzeltilmesi için hatayı kitabın editörüne bildiriyorum. (HŞ/HK)
***
Hüseyin Şengül'ün Davutoğlu'nun "Stratejik Derinlik" kitabı üzerinden 'Yeni Türkiye'nin dış politikasını değerlendirdiği yazı dizisi.
1- “Stratejik Derinlik”in Baskı Stratejisi
2- Davutoğlunun Derde Deva İki İlacı: İslam ve Osmanlı
3- Davutoğlu'nun Stratejik Derinliğinin Merkezi