Erder söyleşide , AKP, MHP gibi partilerin normalde sol kesimin tabanı olması gereken 'mavi yakalılar'dan, yani işçilerden, köylülerden, yoksullardan, dışlanmışlardan oy aldığını, oysa kendisine 'sol' diyen partilerin bu doğal tabanlarına ulaşamadığını söylüyordu. Erder, daha önce yaptığı araştırmalara dayanarak, kendisine sol diyen partilerin daha çok memurlardan, bürokratlardan oy aldığını, değişimden, yenilikten söz eden bu partilere gençlerin ilgisinin az olduğunu belirtiyordu. Seçim ve anket sonuçlarını ayrıntılı olarak inceleme fırsatı bulanlar için bu sonuçlar bilinmeyen sonuçlar değil. Yalnızca 'malumu ilan etmek'.
Bildiğim kadarıyla kendilerini 'sol' veya 'sosyal demokrat' kabul eden partiler genellikle sağ partilerin zenginleri, yönetici kesimleri, kapitalistleri temsil ettiklerini, kendilerinin de çalışanları, ezilenleri, yoksulları temsil ettiklerini varsayarlar. Bu varsayımdan hareket edersek bugün 'sağ' bir parti diye adlandırılan AKP'nin gerçekte 'sol' bir parti olduğunu, 'sol' bir parti olarak görülen CHP'nin ise gerçekte 'sağ' bir parti olduğunu iddia etmek gibi tuhaf bir duruma düşmemiz mümkün. Çünkü partilerin temsil ettikleri kitleler ile temsil etmeleri gereken kitleler arasında taban tabana bir karşıtlık olduğu açık.
Dolayısı ile bu söyleşiden bence iki ayrı sonuç çıkarmak mümkün. Birincisi sol partilerin sağ partiler gibi'tabanda örgütlenmesinin gereğine işaret etmek'.
Örneğin sosyal demokratların kaybettikleri yerel seçimler sonrası söyledikleri hala kulaklarımda: "Ama onlar gecekondu bölgelerinde kapı kapı dolaştılar." Onlara göre solun bu sorundan çıkaracağı ders (kaybettiği eşeğini yeniden bulan Nasrettin Hoca misali): "Sahi neden biz de aynısını yapmıyoruz?"
İkincisi solun sağın kurumsallaştırdığı bu siyaset tarzı karşısında kendi siyaset yapma biçimini sorgulamak.
Çünkü bu sorun sol partiler tarafından kolayca geçiştirilebilecek bir sorun değil.
Sol ve sağın temsil ilişkileri
Hatırladığım kadarıyla bir MHP milletvekili, Ahmet Çakar ATV'de yayınlanan Cevizkabuğu programındaki tartışmada kendisini köşeye sıkıştıran aydınlara, yazarlara şöyle bir karşılık vermişti: "Benim sizin kadar güzel söz söyleme imkanım yok. Ben sizin kadar laflarımı allayıp, pullayamıyorum. Ama benim arkamda halk var. Ben halkın temsilcisiyim. Ben halkın içinden geldim. Bu nedenle ben halkın ne istediğini, neyi sevdiğini sizden çok daha iyi bilirim. Siz Türk halkının adetlerini, örflerini, aile yapısını bilmiyorsunuz. Bu nedenle söyledikleriniz Türk halkına, onun aile yapısına, onun isteklerine uygun değil..."
O halkın içinden geliyordu ve dolayısı ile fikirlerinden, görüşlerinden daha önemlisi 'halkın temsilcisi' olma vasfıydı. Bu nedenle arkasında 'halk' olduğunu hissettirmeye, gürleyen sesi ile karşısındakileri susturmaya çalışıyordu.
Bugün sol ve sağ kavramlarına artık yalnızca temsil ettikleri kitleler açısından bir içerik kazandırmak mümkün değil. Bunu söylerken amacım son zamanlarda bir tür solun (3. Yol) savunduğu gibi temsil edilen kitlelerin çeşitlendirilmesi gerektiğini söylemek değil. Yalnızca sol partilerin sağ partiler gibi kitleler ile doğrudan bir temsil ilişkisi kurmasının zaten mümkün olmadığının altını çizmek istiyorum.
Erder'in de ifade ettiği gibi, sağ partileri soldan ayırt eden özelliğin yalnızca zenginleri, kapitalistleri, yönetici sınıfı temsil ettiklerini varsaymak yanlış.
Çünkü solun -ama özellikle siyaseti dönüştürme amacı taşıyan solun- ayırt edici vasfının, yalnızca sağa rakip bir kitle tabanı oluşturmaktan geçmediği, solun temsil sorunu açısından sağla benzeşmediği, solun bir toplumsal kesimin çıkarlarını temsil etmekten öte siyasal bir anlamı olduğu düşünülebilir.
MHP'li olduğu için sağcı olduğunu kabul ettiğimiz -ama aslında bağnaz bir solcunun da kolaylıkla söyleyebileceği- Ahmet Çakar'ın sözlerinden bile bu farkın tarifini yapmak mümkün: Sağ politikaların temel özelliği doğrudan sivil toplumu temsil ettiği iddiasını taşımasıdır. Sivil toplumla özdeşleşmesidir. Sağ politikalar güçlerini solcuların iddia ettikleri gibi seçkinlerden değil, sivil toplumdan alırlar ve kitleleri temsil ettikleri yanılsaması yaratarak eşitsizlik üzerine kurulu bir durum yaratırlar. Sağ siyasetlerde esas olarak 'temsil edilen' temsil edene dönüşmekte, temsil eden de sivil toplumla yer değiştirmektedir.
Sağ siyasetin temel özelliği kendisini 'içinden çıktığı toplulukla' karıştırması, kendisini sivil toplum olarak görmesidir -buna temsilin şeffaflaşması, fark edilmemesi veya görünmez kılınması da diyebiliriz.
Sonuç: Sağın 'zenginleri sevmesi', eşitsizlik yaratmasının yalnızca bir siyasal tercih, metafizik bir durum olmadığı söylenebilir. (Çünkü erkin sivil toplumla özdeşleşerek kullanılması, başka bir deyişle 'hakim düzen'in, yani eşitsizliğin ta kendisi...)
Türkiye'de solun temsil ettiği siyasal özne bizatihi kendisi
Solun, ama 'iktidar dışı' solu kastediyorum, gerçek öznesi ise 'halk üzerine konuşan bir özne'.
Bu nedenle iktidar dışı sol, merkezin dışındaki sağ gibi kitleselleşemiyor. Bu özne kimliği, kişiliği olmayan (Türk değil, Kürt değil, Müslüman değil, peki ne?) akılcı bir özne. Bunun ise bir 'siyasal elit' olduğu söylenebilir. Sözlerine '1950'den sonra uygulanan rantçı politikalar' diye başlayan, planlamanın nimetlerinden, bilimden söz eden bir kitle. Bu kitle bunlardan söz ederken hem 'sivil toplum üyeleri olarak' hem de 'siyasal kişiler' olarak iki kimliğini örtüştürüyor. Bu nedenle bu topluluk kendi çıkarlarını temsil ederken, sivil toplumun çıkarlarını temsil ettiği iddiasını taşıyor. Meslek odalarında, üniversitelerde, sendikalarda, sol partilerde halkı için çalışan, halkı için düşünen, halkı için hisseden bir kitle.
Bu kitle gerektiğinde halka rağmen halkı temsil ettiğini düşünüyor ve iktidar dışı sol partilerin tabanını oluşturuyor. Türkiye'de 'sol' (yani 'reel' denilen, siyasal temsile soyunan) halka seslendiğini iddia ederken, gerçekte halk yerine geçen bu 'kurmaca özne'ye sesleniyor. Sol halktan söz ederken, kimliği, kişiliği olmayan bir halktan söz ediyor. Halkın kimliğinin kişiliğinin olmamasının nedeni ise dediğim gibi, solun temsil ettiği öznenin kendisi olmaması. Dolayısı ile sağla arasındaki en büyük fark bu.
Oysa bu siyasal kitlenin sol partiler aracılığıyla kendi kamu yararı kavramının temsiline soyunması yerine, kendi alanlarını siyasete açması -sivil toplumun katılımında 'kapasite geliştirici' ve demokratik bir rol oynaması- sol partileri gerçek öznesine kavuşturabilir. Bunu yapmak yerine bu kitle tıpkı bir cemaat gibi, kendini temsile soyunuyor ve sağın temsil anlayışını ödünç almayı tercih ediyor.
Dolayısı ile meselenin bir ucu sol siyasal partilere dokunuyorsa meselenin diğer ucu sol partilerin tabanını oluşturan bu kesimlere, bu siyasal kitleye dokunuyor. Solun iktidarda olmaması bu kesimlerin iktidardan bağımsız olmaları, kendilerinin iddia ettikleri gibi muhalif kimliklerini korumaları anlamına da gelmiyor. Çünkü bu kesimler tıpkı bir cemaat gibi, kendi kamu yararı kavramlarını savunan sivil toplum üyeleri olarak davranıyorlar. Türkiye'de seçkinler iktidardan dışlanmayı solcu olmak olarak kabul ediyorlar, bu nedenle de kendi kendilerini temsil etmeleri gibi tuhaf bir durum ortaya çıkıyor.
Oysa benim bildiğim kadarıyla, sol eşitsizliğin doğrudan güç ilişkilerinin kendisinde olduğunu iddia eder ve bu nedenle kitleler arasında sivil toplumun temsiline değil, farklı kamu yararı kavramlarının temsil edilebileceği bir demokrasi anlayışına yönelir. Sol için meşruiyete dayanan siyasallaşma biçimi, temsil edilenlerin temsil edenler üzerindeki haklarının tanımlanmasına dayanır. Sol, cemaat yapısıyla temsili karıştıran, sivil toplumla temsili karıştıran sağ partilerin temsil ettiği bu ideolojik özdeşleşmeden sıyrılmak için siyasal bir işlev yerine getirir. Çünkü solun siyaseti dönüştürmek için (eğer böyle bir amacı varsa), sağa rakip bir özdeşleşme yaratmak ve onun temsil kavramını ödünç almak yerine -bu temsil sorununu çözücü- farklı kimliklerin, farklı kamu yararı kavramlarının temsiline dayanan bir siyasal rol oynamasından başka bir seçeneği olamaz. (KG/EK)