Uzun süredir “bekleniyordu”, geçtiğimiz hafta İstanbul Tabip Odası'ndan bir açıklama yapıldı: Tıbbın şarlatanlarına kanmayın, sağlığınızdan olmayın!
Sorumluluk taşıyan bir meslek örgütü için açıklama yapması zor bir konu olduğunu teslim etmek gerek.
Hipokrat’a atfedilen Latince “ars longa, vita brevis, occasio praeceps, experimentum periculosum, iudicium difficile”, Türkçesiyle “sanat uzun, hayat kısa, fırsat kaçıcı, deneyim aldatıcı, karar zor” bir meslekten, nihayetinde hekimlikten bahsediyoruz.
Dünya Tabipler Birliği Tıp Etiği Elkitabı’ndaki ifadeyle tıbbın hem bilimsel hem de sanatsal yönü bulunur. Bilim “yönü” gözlemlenebilen ve ölçülebilenle uğraşır. Sanatsal yön ise hiçbiri bir diğerinin aynısı olmayan birey/hastalar, aileler ve toplumlara tıbbi bilimlerin ve teknolojisinin uygulanmasını içerir. Etikle birlikte sanat, insan ve toplum bilimleri farklılıkların tanınmasında, kavranmasında ve dikkate alınmasında temel bir rol oynar.
Elbette hekimin hastalarına, topluma, meslektaşlarına karşı sorumlulukları tıbbi deontoloji kapsamında “biliniyor”. Biliniyor olsa da hayatın önümüze getirdiği görece karmaşık soru(n)lar karşısında etik yol göstericilikle “iyi”ye (“iyi” eyleme) yönelmeye çalışılır, kimi zaman çok kolay da olmayabilir.
Meslek birlikleri kolektif bir aklın ve tartışmanın zemini, devamında üzerinde hem fikir olunanın uygulayıcısı olarak etik ve deontolojiyi koruma sorumluluğundadır. Bu sorumluluk gerektiğinde meslekle, meslek mensuplarıyla ilgili kamuoyuna açık/seslenen duyurular, çağrılar yapmayı da zorunlu kılabilir. Bu çağrıların ana gerekçesi kuşkusuz ki toplumun yararını önceleyen bir duyarlılık olur, olmalıdır.
Ama yine de açıklama yapmanın zor olduğu, özellikle de düne göre anlaşılabilir söz söylemenin, anlatabilmenin daha da zorlaştığı bir gerçek. Neden?
En kaba ifadeyle dünyanın, Türkiye’nin yaşadığımız kesitine özgü hâlleri diyebiliriz. Biraz daha fazla tarif istenebilir, kavram şebekemizde netleştirmek gerekebilir bu “hâlleri”.
Mevcut hâlleri, kestirmeden, her şeyin fiyatını bilen ama değerini bilmeyen bir zemin üzerinde tanımlayabiliriz. Günümüze ve özel olarak Türkiye’ye odaklanarak sağlığın ne kadarsa o kadar olan bir kamu hizmeti olarak sunulmasından 1980’ler sonrası metalaşma sürecine, bu süreçle eş zamanlı seyreden muhafazakarlaşmaya işaret ederek bir çerçeve çizebiliriz.
Çizdiğimiz çerçeve içinde yer alan tabloyu biraz daha belirginleştirmekte, “renklendirmekte” yarar olabilir. Soluduğumuz havadan içtiğimiz suya, yediklerimize, okuduğumuz kitaplara, sosyal medyada ulaştığımız bilgilere… hemen her şeye dair kuşku duyulan, hep diken üstünde bir ömür sürdürüyoruz: “… günümüzde kapitalizm insanlarda önce 'düzen'e değgin bir takım fikir, imge ve eğilimler yaratır: sağlıklı, enerjik, mutlu, hijyenik, güvenlikte vs olma hâli… Ardından bunların aslında ne denli kırılgan, bozulmaya açık, risk yüklü olduğuna dair bir tehdit söylemi oluşturur (parodileştirelim: halı saçakları, banyo yüzeyleri, klozet kenarları, elektrik düğmeleri, mutfak tezgahlarının aslında nasıl kir, pas, mikrop ve diğer korkunç tehditlerle yüklü birer 'cangıl' olduğu imgesi… Ve nihayet bu 'tehdit'leri bertaraf edecek önlemi bize pazarlar: süper kahraman deterjan X!.. Bu enstantane bir korku idaresi/risk management örneğidir ve … işlevseldir.”*
Doktor-hasta ilişkisine gelelim ve günümüzde “modern doktor-hasta ilişkisinde güveni zedeleyen etkenler”e göz atalım:
“Tüketimcilik (Consumering): 1960’larda organize kapitalizmden dezorganize kapitalizme geçiş, üretimcilikten tüketimciliğe geçişle karakterizedir. Modern toplumlarda artık bireyler üretici kapasitelerinden ziyade tüketici kapasiteleri nazarında değer görmektedirler.
-Postmodernite: Aydınlanma ile gelişen metateori ya da “büyük anlatının” çöküşü ile genel olarak bilim özel olarak da tıbbın itibarsızlaştırılmasından bahsetmek mümkündür. Postmodernite ile artık her bilgi belirsiz, düzeltilebilir ve dolayısıyla da gözden geçirilmeye açık hale gelmiştir, doktorlarınki de dahil.(…)
-Proleterleşme: Doktorlar da artık diğer işçiler gibi fabrika benzeri bir ortamda ve standardize normlar içerisinde çalıştıklarından otonomi ve bireysel yeteneklerini kullanma şansından mahrum kalmaktadırlar.”
“Bu tarihsel zincirin son halkası olarak mesleğin siyasi liderler ve medya organları tarafından hedef gösterilmesi, meydanlarda yuhalatılması veya intikam alınacak elit prototipi olarak basmakalıplandırılması, mevcut değersizleştirme sürecini ivmelendirmekte”** ve böylesi bir ortamda “ezber bozan… şoke eden… tabu yıkan” hekimler zuhur etmektedir.
Alıntılarla kısaca tanımlamaya çalıştığımız bu atmosferde daha kolay vücut bulan ve sözcüğün gerçek anlamıyla piyasada tutan bir hekim tipi ile karşı karşıyayız.
Yazıya vesile olan basın açıklamasında da vurgulanmış, tekrarlayalım: Özne -çok sıklıkla- bir hekim. Bu hekim bir “misyon” üstleniyor ve öteki (çoğunluğu oluşturan?!) hekimlere, bu hekimlerin yaygın olarak dile getirdikleri bilgilere, uygulamalara ve en nihayetinde yer aldığı “sisteme köklü bir eleştiri” getiriyor. Deyim yerindeyse “tek başına”, başka hiç kimse yok. Neden? Çünkü ötekiler ya nemalandığından ya cesaret edemediğinden ya da henüz gerçeğin farkında ol(a)madığı için söyle(ye)miyor.
***
Konu tek tek hekim örnekleri nedeniyle hararet kazansa da kişisel bir meseleyle karşı karşıya olunmadığı biliniyor. O nedenle yukarıda da belirttiğimiz gibi kolektif bir aklın ve eylemin sürece müdahalesi en uygun olanı.
Türk Tabipleri Birliği “hekimci” bir tutum izlememeye özen gösterir, “iyi hekimlik” için çaba harcar. İyi hekimlik bir tasarım, bir tahayyül değil gündelik hekimlik uygulamasında gerçekleştirilmesi beklenen kolektif bir mücadele pratiğidir. Bu pratiğin değerler manzumesinin temel yol göstericisi olarak toplumcu hekimlik savunusu benimsenir. Bu çabanın eksikleri, yaşanmış olumsuz/sorunlu örnekleri olsa da TTB’nin toplumcu hekimlik çizgisinde aşağıdaki dizge yol gösterici, ulaşılması gereken bir hedef olarak benimsenir, paylaşılır:
Sağlık bireysel değil toplumsal bir meseledir.
Sağlığı korumak, geliştirmek ve bir nedenle bozulduğunda düzeltmek için gerekli olan hiçbir şey kar amaçlı yapılmamalıdır.
Sağlık alanında yapılacak her “şey”in insan haklarına saygılı, doğaya uyumlu, bilime ve bilimsel yöntemlere uygun gerçekleştirilmesi kamusal bir sorumluluk olup kamusal denetimde olmalıdır.
Bu taleplerle uyumlu olmayan bir sistem olarak kapitalizm sağlıksızlığın ana kaynağıdır.
İnsan dahil bütün “varoluşu” tehdit ve tahrip eden kapitalizmi ve yukarıda sayılanlara karşıt politikaları izleyen ana iradeleri işaret edip teşhir etmeden yapılan “çıkışların” kökü yoktur. (EB/HK)
* Sibel Özbudun, Toplum ve Hekim 2017 cilt 32 sayı 2
** İlker Küçükparlak, Toplum ve Hekim 2017 cilt 32 sayı 2