Sınav denilince akla genelde o sınavın geçilmesi gelir. Ama Öğrenci Seçme Sınavı (ÖSS) denilince akla kazanmak geliyor.
Velilerin birbirlerine "sizinki sınavı kazandı mı?" diye sorması boşuna değil, çok önemli bir işaret. Çaktırmadan Türkiye'deki eğitim sisteminin çarpıklığının su yüzüne çıkması. Kazanılan ÖSS sınavı değil eğitim hakkıdır.
Peki kaybedilen nedir?
Bu sorunun irdelenmesi için önce eğitim hakkının tartışılması gerekir. Bilindiği gibi Türk vatandaşlarına 8 yıllık eğitim zorunlu ve de "parasız" olarak garanti edilmiştir.
8 yıllık eğitimden sonraki 3 yıllık lise ve de daha sonraki üniversite eğitimi ise velilere ve öğrencilere bir seçenek olarak sunulmuştur. 12 Eylül'de kabul edilen 82 Anayasası ile beraber, devletin vatandaşa karşı olan sorumlulukları büyük ölçüde azaltılmış ve de 65. maddesine göre bu Anayasa; sosyal ve ekonomik hakları ekonomik istikrarın korunmasıyla sınırlamıştır. Yani 1961 Anayasasından farklı olarak, eğitim, artık devletin "başta gelen ödevi"(1961 Anayasası m.50/1) değildir ve kimse bu "hakkı arama" hakkına da sahip değildir. Ama yeni Anayasa, Türkiye'nin 1949 yılında onayladığı İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ne bağlılığını ilan etmiştir. ÖSS sınavını değerlendirirken göz önüne alınması gereken en önemli ibarelerden biri ise bu bildirgenin 26. maddesinde yer alan "...Yüksek öğrenim yeteneğe göre herkese eşit olarak sağlanır." ibaresidir.
Türkiye, Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) ve Öğrenci Seçme Yerleştirme Merkezi(ÖSYM) aracılığıyla yetenek sınamasını Öğrenci Seçme Sınavıyla yapmayı tercih ediyor...
Peki bu sınav ne kadar eşittir?
Bu kurumlar, eşitlik anlayışına öylesine hakimdirler ki, 1999 yılında soru kitapçıkları çalındığı zaman , ÖSS iptal edilip bir ay sonraki yeni bir sınavla eşitsizliğin önüne geçilmiştir. YÖK ve ÖSYM gerçekten de görevlerini başarıyla gerçekleştirmesini bildiler.
Peki neden bu iki kurum gerçek eşitsizliği görmezden geliyor ?
Öğrenci Seçme Sınavı, Türkiye'de hakim olan kapitalist zihniyet dahilinde, bir serbest pazar haline gelmiş ve mevcut sistemi eleştirenleri tam anlamıyla haklı çıkarmaya devam etmektedir.
Bu "Serbest Pazar"ın aktörleri bir tarafta dershaneler, özel öğretmenler ve kurslar; bir başka tarafta da öğrenciler ve velilerdir.
"Bizim çocuğumuz, onun bunun çocuğundan geri kalmasın" mantığıyla dershanelere kayıtları yapılan binlerce öğrenci, sayıları her geçen gün artan "özel" dershaneler tarafından kapışılmaktadır. Dershaneleri bu adaletsizliğin baş aktörü yapan özeliği ise, adı üstünde "özel"likleridir.
Özel dershaneler, seçkin ve "özel" bir grup veliden istedikleri ücreti serbest pazar ekonomisinin kuralları dahilinde talep etmesini biliyor. Böylece bu bedeli ödeyebilenler dershanelerin "özel" hizmetlerinden yararlanabiliyor, ödemeyenler ise yararlanamıyor.
Özel Erol Altaca Dershanesi'ne 2 yıl aralıksız giden öğrencilerin:
"..Lise 3. sınıfa geldiklerinde konu eksikleri kalmamış oluyor. Lise 3 programında bütün konular baştan alınıp bir kez daha tekrarlanıyor, bol sayıda soru çözmeye ağırlık veriliyor. Böylece üç yıl üst üste programı eksiksiz takip eden öğrenciye, konular mükemmel bir şekilde öğretilmiş ve yeni özgün sorulardan oluşan konu testleri sınav soruları ile de hızlı test çözme alışkanlığı kazandırılmış oluyor."
Gelir ve Eğitim Dağılımında Uçurum
Erol Altaca ve onun suç ortağı olan diğer dershaneler (FEM Dershanesi, Fen Bilimleri Dershanesi, MEF Dershanesi vs.) "hızlı test çözme alışkanlığı kazandırmış oldukları" test çözme robotları ile ÖSS sayesinde yaratılan çıtayı daha da yukarı çekip gelir dağılımındaki uçurumla neredeyse paralel giden eğitim dağılımındaki uçurumu daha da vahim duruma getirmesini bildiler.
İşin daha da komik yanı yarattıkları ayırımcılığı kendi kurumları içinde de sürdürüyor dershaneler. Başarılı olan öğrenciler, başarısız öğrencilerden ayrılıp daha fazla test çözdürülen ve daha fazla ilgi gösterilen sınıflara yerleştiriliyor, böylece sadece dershane dışında değil, bu lükse sahip olanlar arasında bile bir ayırım yapılmış oluyor.
Dershaneler ve özel öğretmenler aralarındaki rekabet sayesinde birer eğitim kurumu değil birer marka haline geldiler. Gözde markalara yetecek alım güçleri olmayan binlerce işsiz, memur ve işçi çocuğu ise, ÖSS'den saf dışı bırakılmıştır.
Hayatta başarılı olmanın tek yolu
İşin en acı yanı ise, her zaman yüzümüze vurulan "hayatta başarılı olmanın tek yolunun iyi bir eğitimden geçtiğidir." Çarpık toplumsal düzende yükselme becerisini gösterenler, "adının yettiği" üniversitelerden mezun olanlardır.
Yüksek öğrenim hakkı elinden alınmış olan büyük çoğunluğun aynı zamanda insanca yaşama gibi temel bir hakkı da elinden alınmıştır.
Tabii ki, azim ve gayretle bu eşitsizliği aşmasını, kendini nispeten adını duyurmuş bir üniversiteye atmasını bilen, ama aynı zamanda dershane ve özel öğretmen gibi lükslere sahip olmayan küçük bir gurup öğrenci de mevcut. Aynı şekilde dershane ve özel öğretmenlere çuvalla para götürüp bu hizmetlerden faydalanmak isteyen veliler ve öğrencilerden de "açıkta kalanlar" yok değil. Bu tür istisnalar, üniversitelere gidecek öğrencilerin belirlenmesindeki adaletsizliğin varolmadığı anlamına gelmez.
Özel Üniversitelerin de git gide yaygınlaşmasıyla beraber eğitim; eğitim için değil para kazanmak için yapılan bir icraat haline geldi.
"Özel" üniversiteler, dershaneler ve öğretmenler, paralarını kazanıyorlar; yetiştirdikleri öğrencilerin büyük çoğunluğu da adı duyulmuş üniversiteleri. Başta sorduğumuz soruyu bir daha tekrarlayalım; kaybedenler neyi kaybediyor?
Kaybedenler hiç birşey kaybetmiyorlar. ÖSS'yi kaybedenler , sınav sonuçları alınmadan önce, sınava girmeden önce , yıllar önce ilk özel eğitim kurumunun açılmasıyla ve ücretsiz eğitim sisteminin çökertilmesiyle beraber kaybettiler .
Paranın yettiği kadar eğitim satın alabildiğin Türkiye'de, bu eşitsizlik sürecektir ve hatta sürmekle kalmayıp artacaktır. Özel üniversiteler teker teker açıldıkça parasızlıktan sürünen öğretim üyelerini satın almaya devem edecekler, dershaneler de 800 milyon TL'lık yıllık ücretleri ile 107 milyon TL'lık aylık maaş alan "asgari" kesimi saf dışı bırakacaktır.
Peki çözüm nedir?
Çözüm, devletin bu tür kurumları çok sıkı bir biçimde denetlemesi ve astronomik vergilere tabi tutmasıdır. Ama bu vergiler bilinçsiz bir şekilde değil, devlete bağlı olan ilk ve yüksek eğitim kurumlarına harcanmalıdır.
Açılan özel eğitim kurumlarına aldıkları öğrencilerin belli bir oranına burs verme zorunluluğu getirilmeli ve tabi en önemlisi yıllık bütçeler hazırlanırken eğitime daha fazla kaynak ayrılmalıdır. Böylece ortaya çıkan eşitsizlik bir nebze azaltılacak ve belki de kaybeden çoğunluğun bir kısmı kazanmaya başlayacaktır.
Şurası açıktır ki, kaybedenler;varoldukları toplumda potansiyellerini geliştirmek için gerekli donanımı kazandıramadığımız tek tek bireyler değil, o potansiyellerin gerçekleştiği bir toplumda yaşayamayan hepimiziz.