“En Leylim gecede ölesi” tutan şairimiz Ahmed Arif, eski bir sandıktan, saklı bir köşeden, beklenmedik bir anda belki de son kez karşımızda. Yıllar sonra başka bir kutudan çıkar mı, yüreği başka aşkları da kaldırabilmiş midir bilinmez ama atmış yedi sayfalık tek kitabından (ki kendi ifadesi ile 20 senesini vermiştir o ‘tek kitaba’) ve sayılı söyleşisinden sonra yeniden, çoğalarak karşımızda Arif.
Dünyaya gözlerini 1927’de açan, 91’de o dünyadan göçen Arif, edebiyatımıza sadece ve sadece yirmi bir şiirden oluşan bir kitap ve dergi sayfalarında kalan yazılar bırakmıştı. Meğerse sadece bunlar değilmiş bıraktıkları. O şiirlerin özünü, can damarını yazan mektupları varmış: Özleminin taştığı çağladığı, yüreğine taş bastığı mektupları…
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları bir yılda 16 kez yeniledi baskısını “Leylim Leylim”in. Belki de 14 Şubat özel baskısını bile yaparlar. Ahmed Arif parayla ölçülmez, tekele de girmez ama gelin bu yıl ille de sevgiliye özel bir şey olacaksa Ahmed Arif ustadan olsun. Onun kırılgan, sevdalı dizeleri ile olsun: “Nemsin be? Sevgili, dost, yar, arkadaş… Hepsi. En çok da en ilk de Leylasın bana. Bir umudum, dünya gözüm, dikili ağacımsın. Uçan kuşum, akan suyumun. Seni anlatabilmek seni. Ben cehennem çarklarından kurtuldum, üşüyorum kapama gözlerini” diyen sözleri ile olsun.
Tanrıyı doğuran ve doğurduğu tanrıyı öldüren Arif; yalana tahammül etmeyen, işkencelere gıg demeyen, parasızlığı keyfekeder yapan, felsefeci, materyalist Arif kendisini sansürsüz anlatıyor Leylim Leylim’de. Dünün tarih sayfalarında değil tam da iki bin on beşin bugünün de arkadaş oluyor bize. Yabana atmayın bu dostluğu. Ahmed Arif’in sevdasını görün. Sevdalara bir de böyle bakın: “Bitmemiş bir şiirimde “kesip attığın tırnağa –kurban olurum.” diyorum. Bilmem bir fikir verir mi bu sana.” diye bir soru orta yere konsun mesela…
Romanlarda ki filmlerde ki şiirlerde ki aşkların gerçek üstü kabulüne varmasanız mesela!
21. yüzyılda aşklara birkaç yıl ömür biçme kervanına katılmasanız. ‘Hani o ayakları yerden kesen, soluğu ciğer yakan aşklar nerde?’ diye soruları çoğaltmasanız. Harala gürele yaşarken aşklarınızı bir es-lik nefes arası verseniz; Ahmed Arif kulağınıza fısıldasa, “uzak” ilişkileri mümkün kılabilir misiniz mesela. “…Hiç yazmayayım. Biliyorum imkânsız bu. Ama doğaya da Tanrı’ya da, milyarla yaşayan, milyarlarca ölen insanoğullarına göre de bu şimdiki yaşantım, sevdan da imkânsız.”
‘Ne bizden sonrakiler be!’
Mesela şöyle bir uzansanız sevdiceğinizin yanına. Bir düşü seslendirseniz. 21. yüzyılda sadece kendine güveni değil de yanı başınızdakilere güveni de duysanız. Tarihi an’ınızdan, rolünüzden umutlu bir hal alsanız ve şu 14 Şubat’a inat, Ahmed Arif usta dese ki Leyla Erbil’e ve size; “ ‘Bir kez gelmişken dünyaya neden dilediğimce, duyularım, düşünlerimce yaşamayayım?’ diyorsun. En haklı ve en güzel felsefe bu aslında. Ama çok erken gelmişiz işte. Bizden daha erken gelenler de var. İsa, Buda, Konfüçyüs, Safo, Spartaküs vs. bunlar vakitsiz gelen cennet habercileri. Sade şu var ki –onlara benzemiş olmak için değil!- bir düzene girecekse bu namussuz hengame, senin ve senin gibilerin varlığı ile olacaktır bu. Senin için pek bir çıkarlı olmasa da dünyanın diğer insanları için büyük bir çıkar. Yüzde yüz cennet veremeyiz. Ama boklukları, haksız ve canavar tutkulu budalalıkları şöyle bir törpüleriz. Gide gide bizden sonrakiler daha bir insan ve yalansız bir hayat yaşarlar elbet. Ne bizden sonrakiler be, biz yaşıycaz! Ellerimizle devredicez onlara.”
Bir de ibadet işi var tabi, Ahmed Arif gözüyle buyurun: “Seni Tanrı gibi değil, Tanrı kavramını Leyla gibi seviyorum”
14 Şubat'ınız böye kutlu olsun!
İyi okumalar… (NŞ/HK)