Birincisi, Pakistanlı gazeteci Ahmed Rashid'in Yale Üniversitesi Yayınları'ndan çıkan "Jihad: The Rise of Militant Islam in Central Asia/Cihad: Orta Asya'da Militan İslam'ın Yükselişi" adlı kitabı, ikincisi de, İngiliz yazar Michael Griffin'in Pluto Yayınları tarafından basılan "Reaping the Whirlwind: The Taliban Movement in Afghanistan/Kasırgayı Biçmek: Afganistan'da Taliban Hareketi" adlı çalışması.
Ahmed Rashid, yıllardan beri bölgeden geçtiği haberlerden dolayı, tanınmış bir gazeteciydi. Hem Afganistan'ı, Taliban'ı çok iyi biliyordu, hem de 7 Kasım'da savaşın başlamasından sonra da bölgeden bilgi yüklü haberler geçmeye devam etmişti.
Michael Griffin ise, gazeteci değildi. Savaşın patlak vermesinden çok önce, bir araştırmacı, gözlemci olarak Afganistan ve çevre ülkelerde dolaşmış, Taliban ve bağlantılarını inceleyerek kitabını yazmıştı.
Satmayan kitap "gözbebek" oldu
Griffin'in kitabı, 2001 Mart'ında piyasaya çıktığında, Avrupa'da pek alıcı bulamadı. Ancak, 11 Eylül 2001'den sonra, o satmayan kitap, bir anda herkesin gözbebeği oluverdi. Michael Griffin, Batının, Batılının paniklediği, "neler oluyor?" diye meraka düştüğü o kaotik ortamda, medyanın yeni starı olarak televizyon kanallarına, gazete sütunlarına buyur edildi; olan biten hakkında ne düşündüğü soruldu, görüşleri alındı. Belki kendisi bile, hiç beklemediği bir anda, İngilizlerin tâbiriyle 11 Eylül'ün "accidental hero"su yani, tesâdüfî kahramanı oluverdi.
Geçtiğimiz hafta, European Journalism Centre/Avrupa Gazetecilik Merkezi tarafından Hollanda'da düzenlenen "Çatışma gazeteciliğinde etik" konulu seminerde, Michael Griffin'le tanışma fırsatım oldu.
Griffin, bu üç gün süren seminerin yöneticisiydi. Portekiz, Belçika, Türkiye, Hollanda, Estonya, Letonya, Slovakya, Ermenistan, Romanya ve İsveç'ten toplantıya katılan gazeteci ve akademisyenlerin konuşmalarını, tartışmalarını yönetecek anahtar kişi olarak seçilmişti.
Bu talihsiz seçim -söyleyecek başka söz bulamıyorum, nedenlerini açıklayacağım-, maalesef, çok başarılı sonuçların çıkabileceği bir semineri berbat etmekle kalmadı, katılımcıları da hayrete düşürdü, tek kelime ile altüst etti.
Katılımcıların beklentileri
Öncelikle, biz -katılımcılar- neler bekliyorduk bu seminerden onu anlatayım ki, neden hayal kırıklığına uğradığımız daha iyi anlaşılabilsin.
"Çatışma gazeteciliğinde etik" başlıklı bir seminerde, her şeyden önce bir felsefî derinlik, sorgulayıcılık bekliyor insan. İster savaş/çatışma bölgesinde, isterse merkezde olsun, gazetecilik pratiğinin her yönüyle irdeleneceği, savaş sırasında sansürün, propagandanın, manipülasyonun masaya yatırılacağı, gazetecinin devlet, ordu, gizli servisler arasındaki zorlu enformasyon alış-verişinin tartışılacağı bir ortam bekliyorsunuz.
Gazetecinin milliyeti var mıdır? Savaş/çatışma patlak verdiğinde, gazeteci otomatik olarak ülkesine/milletine hizmet veren bir tür nefere mi dönüşür; yoksa tarafsız kalabilmek mümkün müdür?
Gazeteci, savaş karşıtı mı olmalıdır? Yoksa, savaştan savaşa fark mı vardır? Etnik savaşları izleyen muhabirler, kaçınılmaz olarak kendi ırkdaşları lehine taraflı gazetecilik mi yaparlar, yoksa, bu taraflılığı bertaraf edecek yollar bulunabilir mi?
Savaş nedir, "terörist" kimdir?
Savaşın tanımı nedir? Terörizmin tanımı nedir? Terörist kimdir? Ve bu tanımlar, bugünün dünyasında, bugünün gazetecilik anlayışıyla kime, neye tekâbül etmektedir... Sonuç olarak, tabii ki 11 Eylül ile başlayıp, hâlâ sürmekte olan savaşın günümüz medyasında sunumu, etik açıdan nasıl değerlendirilebilir?
İşte maalesef, Michael Griffin'in, bu sorulara yanıt bulmak gibi bir kaygısı yoktu. Ya da yanıt bulmak istemiyordu. Böyle bir semineri yönetmekteki yetersizliği çok bârizdi. Bu yetersizlik, öncelikle gazeteci olmamasından, ikincisi de, gidip incelediği, kitabını yazdığı bölgenin insanlarına karşı, Oryantalist bir bakış açısıyla ve önyargılarla yaklaşmasından, olaya "biz" ve "onlar" çerçevesinde bakmasından kaynaklanıyordu.
Bir kere, 11 Eylül ile başlayıp, Afganistan'da savaş ile devam eden, içinde öç, uluslar arası suçlar, uluslar arası yasaların ihlâli, Bin Ladin, el Kaide, Suudi Arabistan, Pakistan gizli servisleri, vs. gibi çok sayıda sostan bolca kullanılan "terörle savaş" çorbasına çok net bir bakışı vardı:
"Afganistan'ın liberasyonu"
Bu savaş olması gerektiği için olmuş bir savaştı! Çünkü, onun gözlemlerine göre, 11 Eylül'ün tek suçlusu "şüphesiz" bin Ladin ve el Kaide örgütüydü. İkiz kulelerde binlerce insanını kaybetmiş bir ulusun, bu kaybın baş suçlularına (!) karşı savaş açması kaçınılmazdı.
Üstelik, bu savaş, Griffin'in sözlüğünde "Afganistan'ın liberasyonu" olarak geçiyordu, "Afganistan'ın işgali" olarak değil. Yani, bu savaş sayesinde Afganlı kadınlar çalışmaya başlamış, kız çocukları okula dönmüş, öyle, Batının, "Yardım Sevenler Derneği" türünden, hayrı da dokunmuştu meseleye.
Şimdi takdir edersiniz ki, daha ilk baştan Afganistan'da olan biteni "olması gereken oluyor" şeklinde tarif eden bir zihniyet kalıbıyla, savaş/çatışma gazeteciliğinde etik tartışmak, havanda su dövmekten farklı bir durum değil.
Savaş karşıtlığı
Savaşı mâzur gösterenlerin argümanlarını, savaşın nedenlerini ve sonuçlarını sorgulamayan, bunlar üzerinde ahlâkî bir politik analiz getiremeyen tek taraflı bir bakış açısı, insanı sığlığa ve daha baştan taraflılığa götürüyor.
Bu nedenle, mesela benim gibi gazetecilik etiğine biraz kafa yoran bir akademisyen veya 11 Eylül sonrası Afganistan'dan bildirmiş Belçika VTR televizyonundan Rudi Vranckx gibi bir savaş muhabiri, bu durum karşısında şaşkınlığını gizleyemiyor. Ve tabii, bir takım sorular soruyor insan karşısındakine.
Griffin, ne yazık ki, etik çerçevede gazetecilik pratiğini sorgulayan insanlara karşı da tahammülsüz. Nitekim, meselâ Rudi gibi kendisine "savaş karşıtı" olduğunu ve gazetecinin de temelde "savaş karşıtı" olması gerektiğini düşündüğünü söyleyen bir gazeteciye, "O halde bu seminerde ne işin var?" gibi bir soru da sorabiliyor.
İnsanı böyle şoktan şoka sürükleyen, ilginç bir seminer oldu bu anlayacağınız. Griffin'in bize sunduğu tüm yazılı metinler Amerika Birleşik Devletleri (ABD) kaynaklıydı. Konuk konuşmacı olarak davet ettiği Sırp gazeteci Gordana İngiç'in eski Yugoslavya'daki savaşa bakışındaki sinisizminden, duygusallığından, "Kimse bilemez, ben oradaydım, savaşı gördüm" bakışından, CBS'in Kâbil muhabiri Rendal'ın Pentagon sözcülüğünü andıran gazeteciliğinden rahatsızlık duymamak mümkün değildi.
Ahmed Rashid yönetseydi
Şimdi bakıyorum da, bu semineri yönetmek için, Michael Griffin yerine, Ahmed Rashid gelmiş olsaydı, acaba nasıl bir tablo çıkardı ortaya? Batı Avrupa entelektüel camiasını biraz olsun gözlemlemiş bir kişi olarak, böyle bir ihtimalin ne kadar düşük olduğunu biliyorum.
Ama yine de, Batının öyle her alanda "etik"e, özellikle de "gazetecilik etik"ine pek bir düşkün olduğunu hatırlarsak, iş Doğu/Batı savaşlarına geldiğinde sergilediği bu ikiyüzlülükten sıyrılabilmek açısından bir fırsat olamaz mıydı, diye de düşünüyorum.
Ahmed Rashid'in, muhtemelen Müslüman olduğu gerekçesiyle, tarafsız olamayacağı varsayımıyla, böyle bir toplantıya liderlik yapabileceği düşünülmemiştir. Peki ama, Michael Griffin gibi, Batılı, savaş yanlısı, Protestan ve taraflı olduğunu üzerine basa basa söyleyen bir yazarın "Çatışma gazeteciliğinde etik" başlıklı bir seminere ne katacağı düşünülmüştür acaba?(EDA/NM)