Barthes asıl mesajın yananlamda yer aldığını söylüyor.
Fransız silah (uçak, tank, bomba) sanayicisinin dergisinde bir Afrika ülkesinin vatandaşı konu mankeni.
Bu fotoğrafı ve yazıyı bana ne hatırlattı? Bazı gazetelerdeki başlıklar. Son zamanlarda bazı gazetelerin manşetlerine eşlik eden ve elinde silah koşmakta olan asker fotoğrafları. Benzerlik nerede, diye sorabilirsiniz. Haklısınız, bu başlıklardaki fotoğraflarda yeralanlar başka ülkenin değil, bu ülkenin vatandaşları, askerleri. Fotoğraflarda ise 'Türkiye halkı' konu mankeni. Türk askeri bir gün elinde otomatik tüfek, parmağı tetikte, çatık kaşlarla poz vermekte. Bir başka gün gene elinde silah, koşmakta. ('Nereye?' diye sormaya hiç gerek yok. Irak'a doğru olmalı.) Kim karar vermiş, kim söylemiş, kim yapmış belli değil. Gazete yönetimi Türk askerini, mehmetçiği koşturmaya karar vermiş. Aynı Roland Barthes'in sözünü ettiği gibi kurgu, fotoğraf, yani 'gerçek' karşımızda. Bu defa onlar adına birileri konuşuyor ya da konuşturuluyor. Fotoğraflara eşlik eden manşetler şöyle: "Sizin 60 bin olursa, biz (daha) fazla yollarız."17 Aralık tarihli Hürriyet böyle sesleniyor. Türkiye, Irak harekatı için şart koşmuş. Wasington yönetiminin Ankara'ya ilettiği taleplere karşılık Türkiye de düğmeye basmış. Böylece bölgedeki askeri güç dengesi Türkiye'nin lehine olacakmış. (Aman ne güzel sürpriz!) Tanker uçakları daha şimdiden ABD uçaklarına servis vermeye başlamış. 24 Aralık tarihli Milliyet'in başlığı ise "biz de varız."
Bu teknikler, reklamcılıktan bildiğimiz teknikler. (Ancak burada sözkonusu olan insanların hayatı, ülkenin geleceği.) Meclis'e, sorumlu siyasal kurumlara, halka 'sürpriz' yapmaya kimin nasıl hakkı var? 60 binden fazla askerin gönderilmesine kim karar vermiş? Türkiye halkı mı? Kim? Bu kadar önemli bir konu için meclis ne zaman karar vermiş? Bu karar için halkın bilgi sahibi olmasına, yasal kurumlar içinde siyasal karar alınmasına hiç ama hiç gerek yok mu? Yoksa birileri Türkiye adına vantriloklar gibi karnından mı konuşuyor? Manşete sıçrayan bu sözler kimin ağzından çıkıyor? Böyle bir tuhaflığın savaşa kalkışan ülkelerde bile olduğunu zannetmiyorum. (Bu kadarını akıl etmedikleri için açıkçası Türk Medyası yanında solda sıfır kalırlar.) "Her Türk asker doğduğu için" doğduğu andan itibaren askere alınmış olmalı. Gazetelerin yöneticileri de o zaman 'sivil' komutanlar payesini hakkedebilirler. Bu gerçekten hareketle gazete yöneticileri halk adına konuşabilir, halk adına kararlarını açıklayabilirler. Keşke siyasetteki bu yerine geçme oyununu reklamlardaki kadar kolay deşifre edebilsek. 28 Şubat'tan bugüne (bu darbe bence hala 'deşifre' edilmedi) yeni bir durumla, bir sivil toplum darbesi ile karşı karşıyayız. Bu darbenin baş aktörü bu defa askerler değil, 'bir kısım' medya. Halk adına konuşan, devletin temsil dışı kurumları (yani yargı ve ordu) yanında kendilerine de temsil yeteneği kazandıran bir'sivil toplum'. Bu durum eskiden beri doğu bloku ülkelerindeki 'halk adına hisseden, karar veren, düşünen' siyaset seçkinlerini hatırlatıyor. Türkiye halkı kim? Bu gazetelere göre herhalde Türkiye'de yaşayan halktan başka bir halk olmalı.
X X X
Şimdi ortaya çıkan tabloya baktığımızda durum sürmekte olan krizden de vahim: Eski Büyükelçi Parris'in sözleri (12 Şubat Pazar günkü Hürriyet'in manşeti) hezeyanla karışık işlerin istendiği gibi gitmemesi durumunda olacaklara işaret ediyor: "ABD'nin yanında yer alın, yoksa Beyaz Saray (telefonu) meşgul çalar:" ABD Türkiye'nin kararını (yani savaşı destekleme kararını) biran önce almasını istiyor ve tehditle karışık bastırıyor. (Gayrı resmi olarak ima edilen şu: Bakın eğer şimdi karar almaz iseniz, yarın sizin için geç olur.) Oysa ABD yönetimine yakın olan bir uzmanın çok yakın bir tarihlerde Türkiye'nin borçlanmasını 'siyasal anlamda bir bağımlılık' (daha doğru sözlerle Türkiye'nin borçlar karşılığında satın alınması) olarak yorumlayan bir demecinin gazetelerde yayınlanması, bugün Hükümet'i savaşa katılma kararı almaya zorlayan ve bunun makul bir şey olduğunu söyleyen çevrelerin kıyamet koparmasına yolaçmıştı. Bugün bu demecin ortaya koyduğu itiraf karşısında efelenenlerin gerçekte iç kamuoyunu yönlendirmeye çalıştıkları ve çifte standart uyguladıkları açıkça gözüküyor. Demek ki bu sözler karşısında o zaman afra tafra yapanlar, sözlerin hesabının soranlar, gerçekte bu sözlere karşı oldukları için değil, sırları ifşa edildiği için kızmışlar. (Bugün yalanları ortaya çıktığı için belki de kendimizi şanslı saymalıyız!) Bugüne kadar daima savaş karşıtı olduğunu ilan eden, barıştan söz eden sosyaldemokratlardan ise tık yok. Örneğin CHP Irak konusundaki 'çözüm'ünü şöyle açıklıyor: ABD bize Kıbrıs'ta açmaza giren politikamızı (kendi politikasını) sürdürme olanağı tanısın, biz de ona Irak'ta destek olalım. CHP açık açık -savaş belası ile mücadele ederken- bize bir ikinci belaya daha karışmamızı öneriyor. AKP Hükümeti bugüne kadar 'devlet politikası olarak' halka dayatılan kronik sorunlara karşı siyasetin nefes almasını sağlıyor. Ancak çok yüklü ve sorunlar yumağı halinde devraldığı bir miras karşısında adeta tek başına Türkiye'yi savunuyor. Bu nedenle bugün Türk halkının menfaatlerini savunan, kendi geleceklerini düşünen insanların AKP'nin temsil ettiği siyasal tabanın dışında olsalar da, farklı kamu yararlarını savunsalar da yapabilecekleri tek şey var: Siyasal alanın genişletilmesinde ve demokratikleşmede Hükümet'e destek olmak. Çünkü bazı çevrelerin istedikleri gibi Hükümet'in bir hata yapması, geri adım atması hepimizin geleceğini karartabilir.
X X X
Edward Said 9 Ocak Perşembe günü Radikal'de yayınlanan 'Demokrasi dışarıdan dayatılmaz' başlıklı yazısında Şaron'un sivillere eziyet eden İsrailli askerlerin hiçbir şekilde engellememesini, bununla İsrail vatandaşlarını koruduğunu iddia etmesini ve Bush'un da bunu kayıtsız şartsız desteklemesini 'uluslarası toplumun ikiyüzlülüğünün bir göstergesi' olarak niteliyor. Şaron 'terörle mücadele' adı altında Filistinlileri katlediyor ve bu durum açıkça Miloseviç'in yargılandığı suçlamayla ilintilendirilmesi gereken bir durum.
Said, Şaron'un bu katliamcı politikasının Filistin yönetimindeki bir refom ile aşılabileceğini ifade ediyor. Yönetim katında gününü gün eden, yolsuzluklara bulaşmış bir kalıntı ve demokratik bir yönetimden yana olmayan silahlı gruplar var. Siyasal alan bu iki alternatif arasında bölünmüş durumda. Bu nedenle Said Filistinlilerin kendi geleceklerini tayin edecek adımların kaçınılmaz bir görev olduğunu söylüyor. Açık tartışma ve demokratik özgürlükleri geliştirecek, şeffaf bir yönetimi hedefleyen 'ulusal girişim'in bölgedeki diğer ülkelere örnek olabileceğini belirtiyor.
Buna karşılık Irak muhalefeti kendi geleceğini Amerika'nın ellerine teslim etti. Bu da Irak halkının üzerine bombalar yağmasına yol açacak saldırının en önemli nedenlerinden biri. Irak muhalefeti içinde bizi yakından ilgilendiren ise kuzeydeki kürtler. Türkiye bugüne kadar kendi çıkarlarını daima bu grupların kontrol altına alınmasında gördü. Oysa Türkiye başka ülkelerdeki Kürtleri kontrol etme kaygısı yerine, aynı soruna çok daha yapıcı ve etkili bir karşılık verebilirdi. Kendi topraklarında yaşayan ve bölge içinde önemli kültürel uzantıları bulunan Kürt halkının demokratik standartlarını geliştirerek Irak'taki rejimi etkileyebilirdi.
Buna karşılık üzerine hiçbir risk almadan, başkalarının içişlerine, dışişlerine karışmadan bölgede etkin bir rol oynayabilirdi. Türkiye siyasetindeki böylesine bir dönüşüm, AB ilişkilerindeki gelişmelerden, halkın refah seviyesinin artırılması ve yönetim sorunlarının çözülmesine kadar çok boyutlu bir değişimi getirebilirdi.
Bugün geldiğimiz nokta, geçmişin doğrularının nasıl bir yanlışa dönüştüğünü gösteriyor.
Türkiye'de de yönetimin kendisini ABD'nin ellerine teslim etmesini bekleyenler var.
X X X
Türkiye'nin borç batağında olması ve yaşadığı ekonomik kriz, Türkiye'nin üzerinde bir kılıç gibi sallanıyor. Bu nedenle eğer Türkiye'nin planlanan saldırı içindeki konumu tartışılacaksa, işe buradan başlanmalı. Türkiye'nin krize sürüklenmesinin ana nedeni 28 Şubat'tan beri iyice belirginleşen ve sorunlar karşısında daima siyasetin üstünde bir güç olduğunu savunan 'yönetimci' bir zihniyetin yarattığı şartlandırmalar. Türkiye'nin yaşadığı siyasal krizde belirleyici olan 'siyasetten arındırılmış' bir kamu düzeninin kaçınılmaz olduğunu savunan bir devlet politikası arayışı oldu. Ancak siyasal alanın yönetimci zihniyet tarafından ikame edilmesine karşı siyaset ihtiyacı seçimle ortaya çıktı. AB, Kıbrıs ve dış siyaset, YÖK ve eğitim, bütçe kaynaklarının dağıtımı ve Irak savaşı gibi kritik sorunlar gündeme geldiğinde siyaset ihtiyacı daha da belirginleşti.
Bundan böyle genellikle siyasal krizlerde yönetimci zihniyetin güçleneceğini varsayan bazı 'uzmanlar, kamuoyu yapıcıları' ya geçmişte olduğu gibi kendi çıkar kabuklarının içine gizlenecek ve iktidar karşısında geçmiş statükoyu, yani devletin temsil dışı aktörlerine temsil yeteneği kazandırmayı sürdürecek ya da demokratikleşmek için çaba gösterecekler.
Bu aktörlerin başında da siyaset karşısında kendi kamu yararı kavramını halk adına sunan ve 'kamu' olarak işlev gören 'çok şapkalı' kuruluşlar geliyor. (Bu kuruluşlar laiklik tartışmasında örneğin, yalnızca kendi haklarını savunan bir sivil toplum kesimi olarak davranmak yerine, kendilerini kamu kişilikleri ile özdeşleştirdiler.)
28 Şubat süreci Türkiye'de bir siyasal krizin billurlaştığı bir dönem oldu. Bu süreçte siyaset dışı aktörlerin siyasal alanı daraltan bir taraf haline geldiğini, bu toplumsal aktörlerin kendi kamu yararı kavramlarını siyasal aktörler gibi temsil ettiklerini gözlemledik. Bu durum siyasal süreçlerin şeffaflaşmasını engelledi ve yönetimi bir rant paylaşma mücadelesine dönüştürdü. Bu süreçte kamu kişilikleri ile sivil toplum üyeleri şapkaları üst üste giyildi. Bu sürecin en belirgin özelliği farklı görüş ve çıkarları temsil eden kesimlerin rekabet koşullarını geliştirecek bir katılımı değjl, siyasetin sembolik alanındaki kapalı paylaşım mekanizmalarını geliştirmeleriydi. Sonuçta bu kapalı paylaşım süreci bir siyasal krizle sonuçlandı ve kendisini yeniden üretme imkanlarını kaybetti.
Ancak bu siyasal krizin aktörlerinin ve mekanizmalarının kalıcılaştığı ve seçimlerle sistemin belirleyici unsuru olmaktan çıkmasının mümkün olmadığı düşünülürse, çözüme giden yolun gerilimleri uzlaşmayla çözecek katılımcı bir siyasal süreçten geçtiği görülebilir. Şimdi yalnızca iktidarın değil, kamuoyunu bilgilendirenlerin sırtında önemli bir sorumluluk var.(KG/EK)