Ekonomik krizle birlikte başlayan tartışmaların ana gündemlerinden biri de özel şirket borçlarının yeniden yapılandırılması talepleri idi. İlk olarak Yıldız Holding 6 milyar dolar olan borcunun yeniden yapılandırılması için bankalarla masaya oturmuş, onu 2,5 milyar dolarlık borcuyla Doğuş holding takip etmişti. (1) Ardından 0,7 milyar dolar borcuyla Yeni Elektrik Üretim A.Ş. (2) ve 1 milyar dolar borcuyla Gama Holding A.Ş. (3) gelmişti. Borcunu yeniden yapılandırmak isteyenler arasında 4 milyar dolar ile Bereket Enerji (4), 1,2 milyar TL civarında borcuyla Emay İnşaat (5) ve 2,5 milyar dolar borçla IC İçtaş Astaldi’de var. Sonradan yalanlasalar da “Bu hızla gidersek birkaç yıla dünyanın en büyük televizyon prodüksiyon şirketi olacağız. Para benim için benzin. Büyümek için benzine ihtiyacım var” diyen Acun Medya ile “Hava günlük güneşlik değil, hem de hiçbir sektör için” diyen Ağaoğlu İnşaat’ın da borç yapılandırması istediği söylendi… Borç yapılandırma listesinde 13 yıl önce özelleştirme başarısı olarak sunulan ve şimdilerde kredi veren bankalar arasında hisseleri pay edilen Ojer Telekomünikasyon A.Ş. (OTAŞ) namı diğer Türk Telekom’da vardı. (6)
Basında çıkan haberlere göre yeniden yapılandırılmak istenen borç miktarı 20 milyar doları aşmış durumda. Şirketlerin ve onlara kredi veren bankaların dış borçlarının finansmanı için 220 milyar dolar gibi bir rakamdan bahsediliyor ki burada özel sektörün döviz borcu için devletin garantör olduğunun altını çizmek lazım. Gerçi 15 Ağustos’ta Resmi Gazete’de yayımlanan “finansal sektöre olan borçların yeniden yapılandırılması” yönetmeliği ile devlet, özel sektör borcunu üstlenmenin ilk adımını attı. (7)
18 Ağustos’ta attığı ikinci adımda ise torba yasa ile parasını Türkiye’ye getirecekler için inceleme yapılmayacağını bildirdi. (8) Hatta TOBB başkanı, şirketlerin borcu 81 milyon Türk vatandaşının borcudur (9) diyerek borcu kimlerin ödeyeceğini açıkça ortaya koydu. Borç yapılandırması için başvuran şirketlerin, geçmiş dönemlerde yüksek kârlar elde ettiği hatta şirket sahiplerinin kişisel servetleriyle Forbes Türkiye zenginler listesine girdiğini (10) biliyoruz. Bilmediğimiz kişisel servetler artarken, nasıl oluyor da bu şirketler zarar ediyor?
İtalya’dan bir örnekle devam edelim. 1961 yılında Kuzey İtalya’da küçük bir aile işletmesi olarak kurulan Parmalat (11) şirketi, takip eden yıllarda İtalya’nın en büyük mandıra ve gıda şirketi olması yanında 48 farklı ülkede 214 şirketin sahibi olarak uluslararası bir tekele dönüşmüştü. 1990 yılından itibaren mali sıkıntılarla boğuşan şirket, yerel ve uluslararası arenada bankacılarla, denetçilerle gizli anlaşmalar yaparak, naylon fatura keserek ve hatta Cayman adalarında sahte hesaplar göstererek bir dizi muhasebe usulsüzlükleri yapmıştı. Takvimler 2003 yılını gösterdiğinde ise şirketin borçları olağanüstü artmış, bankalar kredi musluklarını kapatmış ve şirket iflasını açıklamıştı. Borçlular kapıya dayanınca ve sahtekarlıklar açığa çıkınca, devlet şirkete el koymuş ve şirketin patronu Calisto Tanzi tutuklanmıştı.
Calisto Tanzi şirketi 14 milyar euro zarara uğratmaktan ve 135 bin hissedarı mağdur etmekten 18 yıl hapis cezası aldı. 2005 yılında Amerikan kredileriyle yeniden yapılandırılan Parmalat şirketinde ortaya çıkan skandal, yönetmen Andrea Molaioli tarafından “Mücevher” adıyla filmleştirildi. Filmin ismi Calisto Tanzi’nin “14 milyar euroluk açığa rağmen şirket küçük bir mücevhere benziyor,” cümlesinden geliyor. Şirketin kurucusu rolündeki Remo Girone’nin repliği “Bir şirketin yüz bin dolar borcu varsa bu şirketin borcudur eğer borç 1 milyar dolar ise bu devletin borcudur,” ise bu sahte mücevherlerin neden hala ışıldadığını fark etmemizi sağlıyor. Böylelikle TOBB Başkanı Takva’nın şirketlerin kârını değil ama borcunu 81 milyonun üzerine yıkması neden aynı gemide olmadığımızı gösteriyor. Sanatı/sporu destekleyen, her yerde büyük boy reklamlarını gördüğümüz bu şirketlerin ardındaki karanlık tablo tam da Parmalat skandalında olduğu gibi şirketin finansal kaynaklarının kişisel offshore hesaplara, özel amaçlı kuruluşlara transfer edilmesinden kaynaklanıyor.
Şirket kârları kişisel hesaplara aktarılırken, sermaye de o kadar pervasızlaştı ki devlet tarafından sermaye yararına yapılan düzenlemelerle birlikte gözümüzün önünde bankaların içi boşaltılıyor, şeker gibi ithalat belgeleri dağıtılıyor, halkın canı pahasına kâr elde etmeleri sağlanıyor, yaşam/tarım alanları beton firmalarına peşkeş çekiliyor. Bunca teşvike rağmen zarar ettirilen firmaların enkazı ise yine devlet tarafından toplanıyor. Dolarla yatıp dolarla kalktığımız ve devletin şirketlere kol kanat açtığı bugünlerde, gittikçe artan göç dalgasından, ardı ardına gelen zam yağmurlarından, toplu işten çıkarmalardan, yüzde 50 değer kaybeden alım gücümüzden şirketler lehine halkın feda edildiğini görüyoruz. Halbuki devletin sırtındaki kambur gözüyle bakılan KİT’ler ‘babalar gibi satılarak’ devletin bu işi yapamadığı ilan edilmiş ve özelleştirme adı altında yeni zenginler peydah edilerek, haraç mezat satılmıştı. Hala devam eden özelleştirme saldırıları sürerken devletin kurtarıcı rolünde ortaya çıkması, şirket borçlarının ezilenlere yükleneceğinin açık delili.
Yakın zamanda ekmek, benzin, yağ kuyruklarının oluşması ve yoksulluğun daha da derinleşmesi hiç de olasılık dışı değil. Ezilenler olarak bu krizin yükünü omuzlamamak için, sermayenin değil emeğin kazanması için örgütlenmekten başka çaremiz yok. Öncelikle üzerimizdeki ataletten kurtulup, çaresizlik duygusundan kurtulmak gerek. Sonrasında tüm mücadele araçlarını sahiplenen, birbirini tamamlayan halkalar şekilde bir örgütlenme modelini ortaya koymak ve dilimizden düşürmediğimiz birleşik mücadelenin içini doldurmamız gerek. Örgütlenmeyi yaşam biçimi haline dönüştürecek, birbirine temas edecek bir yapıyı oluşturmak hayati önemde ve tarihsel bir görev olarak önümüzde duruyor… (SE/HK)