Geçtiğimiz günlerde 3. Hava Limanı işçilerinin gerçekleştirdiği iş bırakma eylemi aslında inşaatların nasıl bir emek sömürüsü üzerinde yükseldiğini yeniden kamuoyuna hatırlattı. İçinde bulunduğumuz ve toplumun her kesimine yansıyan kriz haliyle birlikte düşündüğümüzde bu eylem ne ilkti ne de son olacak. Şantiyeler tüm çalışanlar için emek sömürüsünün derinleştiği, kuralsızlığın, güvencesizliğin ve değersizleştirmenin yoğun olarak görüldüğü alanlar. Kadınlar içinse kadın olmaktan kaynaklı sorunların katlanarak arttığı bir alan. Yıllar önce bu konuda yazmıştım (1) dönüp baktığımda değişen tek şeyin, kadın istihdamının daha da azalması olarak görüyorum ne yazık ki…
Esasen inşaat işçileri zaten en kötü koşullara rıza göstererek büyük şehirlere geliyorlar. Direnişe geçmeleri ise bıçağın kemiğe dayandığı an demek. Mevsimlik işçiler gibiler; o şantiye senin bu şantiye benim, bulabildiği her işe girip çıkıyorlar. Bir şantiye bitmeden diğerini hazır ediyorlar ki arada gün kaybı olmasın. Ellerinde bavulları, içinde kıyafetlerinin yanısıra battaniyelerini taşıyıp, göçebe bir hayat sürüyorlar. Memleketlerine para göndermek isteyen mi ararsın, evlilik için para biriktiren mi, çocuğunu okutmaya çalışan mı, üniversite harçlığını çıkarmaya çalışan mı? Yaşadığı şehirde iş bulamayınca, mega kentlerin civar semtlerinde kümelenen kent yoksulları onlar aynı zamanda.
Çalıştığım bir şantiyede iş bırakan işçilerin temel talep listelerinde, maaşların zamanında yatırılması, kişisel koruyucu ekipman parasının işçiden kesilmemesi, sahaya sahra tipi tuvalet konması, tuvalet içlerinde sabun olması, yemekhaneye klima konulması, yemek kuyruklarının son bulması ve tahtakurusu ile mücadele edilsin vardı. 3. Havalimanı eylemiyle gördük ki talepler de sorunlar da hep aynı, inşaat işçilerinin durumu hiç değişmiyor.
Şantiyelerdeki genel sorunlar
Peki şantiyelerde genel olarak sorunlar neler?
En büyük sorunlarından biri barınma sorunu. Eskiden şantiye içinde ki bodrum katlarda çadır kurup veya ara bölmeler yapılarak çözülüyordu bu sorun. Ta ki Marmara Park AVM inşaatında gece çıkan yangınla (2) birbirine sarılarak can veren 11 işçinin cansız bedenlerinin fotoğrafı düşene dek basın bültenlerine. Derhal bu uygulamadan vazgeçilecek yasal adımlar atıldı. Barınakların özellikle şantiye dışında tasarlanması istendi. İşverenin arsanın tamamını inşaat alanı olarak kullanması nedeniyle içeride yer bulunmaması zaten ekstra maliyet olarak görülen barınakları iyice yük haline getirdi. Ya işçilere barınma sorununu kendin çöz denildi ya da işverenlerin çoğu ucuz kırık dökük evler tutarak minimum maliyetle bu sorunu çözmeye kalktı. Yapılan barınaklar ısınmadan, sıcak suya, havasızlıktan, tahtakurusuna, balık istifi şeklinde bir yaşam demek oldu. Barınakların şantiyeye uzak olduğu durumlarda, şantiye- yatakhane arasında çalışan işçi servisleri de ayrı bir problem. İşçi servislerinin kapasitesinin yetersizliği, uzun kuyrukların oluşmasına ve tüm gün ağır koşullarda çalıştıktan sonra ilave mesai yapmaya neden oluyor.
Bir diğer sorun yemekhane sorunu. Yemek firmaları en uygun fiyata göre seçiliyor. Kahvaltıların genellikle poğaçalarla geçiştirildiği şantiyelerde öğle yemeğinin menü içeriği de dengeli beslenmeden ziyade işçilere enerji vereceği düşünülen kalori hesaplarıyla oluşturuluyor. Ortaya bol ekmekli, bol karbonhidratlı ucuz tabldot menüler çıkıyor elbette. Sağlıklı gıda meselesi çok önemli olsa da dikkate alınmadığı bir gerçek. Bazı yerlerde hijyen şartları hak getire, kurtta çıkıyor yemekten kılda, hatta sıklıkla toplu besin zehirlenmeleri görülüyor. Sadece yemekle bitmiyor buradaki sıkıntılar, yemek kuyruğu ayrı bir işkence, oturacak yer bulamayıp kucağında dışarıda yemek yemeye çalışmak başka bir işkence. Ağır yemek kokuları içinde ki havasız yemekhanede, yemeğini yemeye çalışmak ise cabası. Ben taşeron firmadayken bayaz masa örtülü ana müteahhit firmanın yemekhanesine imrenirdim, işçiler ise taşeron beyaz yakalıların yemekhanesine. Şantiyelerde herkesin yemekhanesi ayrıdır ve kesinlikle birbirinin yemekhanesine kazara bile olsa giremezsin.
Yenilen yemekten sonra dinlenme molası verilecek bir yer olmayışı da başka bir sorun. Yemekhane tüm öğle saati boyunca doldur boşalt şeklinde çalıştığından, işçiden 10 dakikada yemeğini yiyip yemekhaneyi terketmesi bekleniyor. Mola süresini dinlenerek geçirmesi için işçiler yerine göre ya yol kenarında, ya saha içinde bir alanda, uyumaya veya dinlenmeye çalışıyor. Hatta bazen işçiler sahada istiflenen malzeme yanında dinlenmeye çalışıyor ki bu da irili ufaklı iş kazalarına davetiye çıkarabiliyor.
Asansörler dert
Saha içinde yatay ve dikey taşınma başka bir sorun. Önünde uzun kuyrukların oluştuğu ve neredeyse gün boyu önünde sıra beklediğiniz asansör değil de şantiyeci diliyle alimaklar. Malzeme taşıması bir dert, bulunduğun kattan öğle yemeğine gitmek ayrı bir dert. Bir de bu alimakların bozulduğu günü, çıkıp o katta çalışacağınızı düşünün. Günün yarısı kata çıkmak, yarısı inmekle geçiyor desem az bile söylemiş olurum. Alimaklar ne kadar gerekliyse gerekli İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği (İSİG) önlemleri alınmadığında, periyodik muayeneleri yapılmadığında o kadar da ölüm demek aslında. Torunlar şantiyesinde yere çakılan asansör (3) ile 10 işçi can vermişti hatırlarsanız.
Tuvalet meselesi
Yine büyük sorunlardan biri de sahada tuvalet olmaması. Sahaya tuvalet konulduğunda ise tek bir bölge tuvaletlere ayrılıyor ve o tek noktada ki tuvalete, sahanın değişik noktalarından işçinin erişimi zorlaşıyor. İşçiler tam da bu sebeple şantiye içinde insani koşullardan uzak bir şekilde ihtiyaçlarını gidermek zorunda kalıyorlar. Sırf bu yüzden kuytu bir yer bulayım derken Emaar şantiyesinde 1 işçi hayatını kaybetmişti (4). Var olan tuvaletlerde ise çoğu zaman suyun, sabunun olmadığını söylememe gerek yok.
Saha temizliği
Sahanın temizliği de başka bir sorun. Sırf temizlik yapılmadığı için ayağına çivi batan, dengesini kaybedip takılıp düşen işçiler var. Saha temizliği genelde maliyet olarak görüldüğünden son ana dek yapılmıyor. Böyle olunca bir yanda devasa şantiye çöpleri diğer yanda iş kıyafetlerini giyen, çay molası vermiş işçileri yan yana görüyorsunuz. Ne yazık ki o kısa molada işçinin gidebileceği insani bir dinlenme alanı yok. Sahanın her yanında türeyen fareleri, toz pirelerini, ulu orta önünüze düşen böcekleri saymıyorum bile. Rutin olarak yapılması gereken ilaçlama sahada nadiren, ofislerde ise kimin kullandığına bağlı olarak değişen periyotlarla yapılıyor.
Kış şartları
Kışın sahada çalışmak ise ayrı bir zor. Yurtdışı işlerde özellikle Rusya şantiyelerinde kış koşullarından etkilenmemek için saha içi büyük ısıtıcılarla ısıtılır. Bizde ise saha içi ısıtılmaz ve işçiye de her an yangın tehlikesi yaşanabilir, diye saha içinde ateş yakmak yasaklanır. Elektrik altyapısının imkan verdiği ölçüde elektrikli ısıtıcı konulur ki, donmadan çalışmak pek mümkün olmaz. Özellikle de yüksek katlarda çalışılıyorsa rüzgar soğuğu başkadır. İşçiler ceza alacaklarını bile bile ısınmak için ateş yakarlar, o cezalarda onların maaşından kesilir ve bu böyle sürüp gider…
SGK primleri
Bir de işçilerin asgariden bile yatırılmayan Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) primleri sorunu var. Taşeron firmalar işçilerin SGK’ya girişini yapsa da tam gün üzerinden yatırmıyorlar. Bu eskiden denetlenir işçinin SGK primi yatırılmamışsa hakediş ödemesi yapılmazdı. Şimdiler de SGK girişi gösterilmiş olması bile yeterli oluyor. Artık firmanın vicdanına kalmış 3 gün de gösterebilir 30 gün de.
İnsanın aklına sürekli televizyonlarda yayımlanan kamu spotu geliyor, “sigortasız çalışma, hak kaybına uğrama”. Devlet kendi sorumluluğunu üzerinden atmak için denetleme görevini de işçiye yıkmış durumda. Sanki işçinin elindeymiş gibi sigortasız çalışmak veya patronun karşısına dikilip niye yatırmıyorsun benim sigorta primlerini demek. Yine biliyoruz ki işçi bunun hesabını sorduğunda kapı dışarı ediliyor.
Ayrıca olmayacak sürelerde bitirilmesi planlanan işlerin hızı da başka bir sorun. Teknoloji geldi işler hızlandı artık. Fordist üretim bandı gibi her bir işin ne kadar sürede kaç adam saat ile yapılacağı, gün gün takip ediliyor. İşçiye düşen ise canı pahasına bu sürelerde o işleri yetiştirmek, yemeden, dinlenmeden, uyumadan çalışmak. Zorlu Center şantiyesinde mesela Pazar mesaisi yapmak istemeyen bir işçi fazla mesaiye zorlanmış ve o gün yüksekten düşerek ölmüştü. (5)
Buraya kadar yazdığım sorunlar içinde, ayrı bir yazıya konu olacak kadar derin bir mesele olan ücrete dair tek satır yok. Tüm bu sorunların işçi sağlığı ve iş güvenliğine etkisini de iş cinayetlerinden biliyoruz zaten. İşverence dayatılan bu koşullar şantiye böyle olur diyerek kabulleniliyor, normalleştiriliyor. İnsani yaşam standartlarını talep etmenin bile 3. Hava Limanı direnişinde “terörizmle, vatan hainliğiyle” nasıl yaftalandığını, sırtını devlete yaslayan inşaat şirketlerinin, polisle, jandarmayla nasıl organize hareket ettiğini, içeride oluşturduğu ikna odalarında işçiyi işçiye kırdırdığını hep birlikte gördük. Ve hatta en insani talepleri sıraladılar diye 24 işçi tutuklandı 19 işçi adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. (6)
İşte hep bunlar dilimize pelesenk ettiğimiz neoliberal saldırıların inşaat sektörüne yansımaları. Kazancı maksimize, sorumluluğu minimize etmekle başlayan taşeronlaşma, kölelik koşullarında çalışma ve çalışırken ölmek demek. Her ay onlarca işçinin iş cinayetine kurban gittiği şantiyelerde; asgari ücretin altında maaş alan, yasal sınırların bile üzerinde fazla mesai yapan, dayıbaşılar eşliğinde çalıştırılan işçiler ayaklanmasında ne yapsınlar?
Yine geliyoruz asıl meseleye, peki biz neden örgütlenemiyoruz? Şantiye işlerinin süreli olması, işin parçalı hale getirilerek onlarca firmaya iş verilmesi, sınıfın hemşerilik, göçmenlik vb. üzerinden bölünmüş olması, azami çalışma süreleri, işverenin elindeki işsizlik sopası gibi nedenlerle emeğin çok parçalı olması bu alanlarda örgütlenmeyi de zor hale getiriyor. Bir diğer konuda örgütlenme konusunda ki pratiklerimizin kolektiflikten ziyade bireyselliklere indirilmiş olması. Başka bir açıdan bakıldığında ise işyeri ile barınmanın bir arada olduğu koşullar örgütlenme içinde bir avantaj aslında. Bu alanda çalışma yapan Dev-Yapı İş, İnşaat-İş, İyi-Sen ve Türk-İş’e bağlı Yol-İş gibi sendikalar varken avantajlı yönlerde ilerlerken örgütlenme üzerindeki zorlukları nasıl aşacağımıza kafa yormamız gerekiyor. Bütünsel bir perspektifle sınıf hareketine bakmaya, taban sendikacılığını büyütmeye ve toplumla bağını kurmaya ihtiyacımız var. Bu ise zor ama imkansız değil… (SE/HK)