Fotoğraf: Anja, Pixabay
Üzerinden kaç yıl geçti hatırlayamıyorum bile. Genco (aka. ustalık eserim olan evlat bireyi) küçüktü henüz. Bir gün iş çıkışı mahalle kasabımıza uğradım, tam o esnada annem aradı, sipariş hazırlanana kadar rahat rahat konuşuyorum. Laf arasında Genco’nun birkaç gün önce aniden ateşlendiğini, ne yapacağımı şaşırdığımı ama sabaha karşı ateşi düşürmeyi başardığımı falan anlatıyordum, birden kasabın bağırışıyla irkildim. Bildiğin bağırıyor bana, güç bela telefonu kapatıp neye sinirlendiğini anlamaya çalıştım. Meğer, evde küçük çocuk ateşlenince neden onlara haber vermediğime, yardım istemediğime sinirlenmiş. “Biz neciyiz burda, götürürdük oğlanı acile, bi’telefon etseydin” diye söyleniyor. Yarım ağız demiyor, öyle bir adam o, yıllardır tanıyorum. Ayıp etmişim, hem de çok. Siparişimi teslim ederken yüzüme bakmıyor, özür dileyerek çıkıyorum kasap dükkanından.
Antropologlara göre birkaç yüz bin yıllık insan soyu tarihinde avcı toplayıcı dönem zihniyetimiz, korkularımız, arzularımız vb. için norm teşkil ediyor, insana dair en önemli hususiyetler avcı-toplayıcı olarak yaşadığımız çağlarda şekillenmiş yani. Yerleşik tarım ve nüfus kümelerinin avcı-toplayıcı kümelerin yerini alması son 10-12 bin yılın ürünü. Antropologlar tam da bu nedenle, bu çerçeveden bakınca daha dün başlamış olan modern şehir hayatında yaşayan insan kümelerinin aslında Taş Devri zihnine ve ihtiyaçlarına sahip olduğunu söylüyor. ‘Modern hayat’ ve ‘modern insan’ evrim süreci göz önüne alınca nasıl da yeni bir olgu, değil mi?
Avcı-toplayıcı insanla günümüz insanının arasındaki temel bir fark, onlar doğumdan ölüme dek birlikte, hatta birbirlerine kopmaz bağlarla bağlanmış bir şekilde yaşarken modern insanın, bizim, çok çeşitli, çok katmanlı bir toplumda birbirimize yabancı insanlardan oluşan bir topluluk olmamız.
On bin yılın hesabını veremem elbet. Ama gençliğimden başlayarak insan türünün giderek daha mikro bir dünyaya itildiğine, geleneksel bağlarından koparıldığına ilk elden şahidim. Geleneksel toplumun seksenli doksanlı yıllardan itibaren güçlü bir şekilde değişime uğradığı hepimizin malumu. Elbette sadece bizde olmuyor değişim, dünyada yaşanan ne varsa her ülkeye yaptığı gibi koşup bizim kapımızı da çalıyor nihayetinde. “Artan bireysellik” başlığı altında toplayabileceğimiz mekanizmalar bunlar.
1950’lerde köylerden kente doğru başlayan göçler, eğitim, üretim tarzları vb. toplumsal dinamiklerde yaşanan hızlı değişimler, askeri darbelerle geçen 1960’lar ve 70’ler, ülkenin yaşadığı ekonomik krizi ve siyasi istikrarsızlığı çözmek üzere hayata geçirilen neoliberal politikaların yol açtığı ekonomik ve sosyal dönüşümlerle yaşanan 1980’ler ve 90’lar. Toplumsal dokuda dramatik değişimlerin yaşandığı 2000’ler. Bu baş döndürücü değişim, insanların birbirleriyle ilişkisini, kentin kendisi ile ilişkisini, hemşerilik, komşuluk, arkadaşlık ilişkisini, kısacası hayatla yaşadığı ilişkiyi bambaşka bir forma dönüştürdü.
Bireyselleşme sürecinin katalizör olduğu bir sosyal yaşam her türden “yakınlığı” dışlayan bir örüntüye evrilme tehlikesi taşıyor. Oysa yakınlık her tür ilişki için elzem ve önemli. İnsanlar başka insanlara ihtiyaç duyar. Bebek için anne, yetişkinler için arkadaş, sevgili gibi. Bu türden kopmaz ve daimi bağların gevşemesi bizi bambaşka tekinsiz diyarlara savurabilir. Sosyologlar bireyin aile, muhit vb. geleneksel destek ağlarından uzaklaşmasını bu nedenle tehlikeli buluyorlar. Artan bireysellik ile tüketim bağımlılığı arasındaki mesafe sandığınız kadar uzun değil, inanın.
Elbette bireyselleşme geri alınamaz bir süreç. Ancak bu güzel ülkede hep birlikte ve uzlaşma içinde yaşayabilmek, mevcut toplumsal tıkanıklığı aşmak ve birbirimiz arasında bu türden bir yakınlaşmayı sağlamak için elimizden geleni yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Müşterek yapının çökme tehlikesi adeta Demokles’in Kılıcı misali tepemizde asılı iken kendimiz için yeni bir dayanışma modeli ve yeni bir ilişki ağı oluşturmamız gerekiyor.
Bize benzeyenlerle, benzemeyenlerle, benzemesine imkân olmayanlarla dahi aktif ve güven içeren ilişkiler kurmamız gerekiyor. Daha hoşgörülü, daha az şüpheci olmamızın, empati kapasitemizin artmasının ön koşulu bu çünkü. Hatta şunu da ekleyeyim, akademi dünyası bu türden ilişkilerin hayat kalitesini fiziksel ve biyolojik mekanizmalar üzerinden dahi olumlu etkilediğini, böyle ilişkilere sahip insanların travmalarla daha çok başa çıkabildiğini, hatta hastalıkla daha iyi mücadele ettiğini belirten araştırmalar ile dolu. Yeri gelmişken Putnam’dan bir paragraf ekleyeyim; “Sosyal sermaye, hemen köşe başındaki eczaneden aldığımız Prozac, uyku hapları, antiasit hapları, C vitamini veya benzeri tüm haplar için tam bir ikame olmasa da, ona yakın bir tamamlayıcıdır. Bizi iyileştirebilecek bir tedavi olarak “beni sabah ara emi” öğüdü “iki aspirin al” öğüdünden daha çok iş görebilir”.
Güvensizlik sistemin bir sonucu değildir. Böyle olması amaçlanmıştır. Sistemin iyi çalışması için güvensizlik gerekir, yalnızlık gerekir, kopukluk gerekir. Hayatın her alanına sinen belirsizlik ve mutsuzluk sizin de canınızı yakmıyor mu? Durmak istemez misiniz? Yorulmadınız mı mutsuzluktan? Nereye baksam, “mutsuzluğu nasıl aşarız”, “kaygı bozukluğunu yenme” vs. stratejisi. Nereye baksam yırtış yırtış kendini daha çok sevmeye çalışan nevrotik insan. “Kendini sev”, “kendini gerçekleştir”, “kendini affet” benzeri bir ton çözüm ve strateji dayatılıyor bu insanlara, gel gör ki “Bir arkadaşını ara, bir çay koysun, iki lafın belini kırın, iyi gelir” diyen yok. Bu çözümü avam buluyorlar zahir. Giderek artan ve neredeyse herkesi bir terapiste yönlendiren bu sistem size de sakat gelmiyor mu? Rahatsızlıklarımız aslında yaşadığımız hayatı zihnimizde bir yerlerde reddettiğimizin bir göstergesi olamaz mı?
“Seni seviyorum” ve “Beni sev” aynı şey değil. Sen başkasını sevemeden, kendini sevemezsin annem! O “diğerlerini sevmek için önce kendini sevmelisin” öğretisini pek de anlamlı bulmuyorum açıkçası. Belki de yanlış uçtan başlamışızdır sevmeye, ne dersiniz?
Herkesin elinde bir cep telefonu, evlerde herkesin ayrı televizyonu, ayrı geçirilen vakitler, ayrı yenen yemekler, daha az konuşma ile anca sisteme daha çok entegre olursun, daha çok özgür değil. Diğerlerinden, tanıyıp tanımadığımız tüm insanlardan uzak kalırken, insanlarla birlikte olacağımız her andan giderek daha çok feragat ederken bunu özgürleşme olarak görmemizi istiyorlar. Avcı toplayıcı atalarımızı arkama alarak diyorum; safları sıklaştıralım arkadaşlar!
Bağlantısızlık ve kopukluk meselesine bir de buradan bakalım diyorum. Haddimi aşmak istemem, elbette psikolojik/psikiyatrik rahatsızlıkların arkasındaki nedenleri inceleyen koca bir tıp literatürü var. Genlerin ve beyindeki değişimlerin tıbbi nedenleri üzerine bilgim sınırlı ve yetersiz ama sadece bir sosyal bilimci olarak, “bir de bu açıdan baksak ya” diyorum.
Geçenlerde kendisi de uzun yıllar depresyonla mücadele eden gazeteci yazar Johann Hari’nin Kaybolan Bağlar isimli kitabını okudum. Depresyon ve kaygı meselesine tam da bu açıdan yaklaşmış. O kitabın türünün takipçisi değilim, sadece Metis’ten çıktığını görünce okudum (Bkz. Metis’ten babam çıksa okurum). Çekirdek gibi kitap hakikaten. Çitleye çitleye okudum. Johann Hari kitabında depresyon ve kaygının kopukluk ve belirsizlikle ilgisini kuruyor, depresyon ya kaybetmekle birlikte hâlâ ihtiyaç duyduğumuz bağlar için tuttuğumuz bir tür yas ise, diye soruyor. İlginizi çekerse bir göz atın derim.
Her kültürün gündelik yaşamı düzenleyen değer ve normları birbirinden farklıdır. Bu normlar ve değerler insan davranışlarını büyük ölçüde belirler, etkiler ve yönlendirir. Bir insanın diğer insan ile konuşurken kaç santim uzakta duracağını bile belirleyen bir şeydir kültür. Tıpkı dünyayı anlama ve yaşama biçimimizi büyük ölçüde belirlediği gibi.
Her kültürün biricik ve eşsiz olduğunu anlayacak kadar uzun yıllar yurtdışında yaşadım. Bizim kültürümüze has çok insani özelliklerden biri aslında kasabın ona haber vermediğim için bana kızması. Kimi durumlarda talep edilmese bile, herkesin herkese kol kanat germeye çalışması.
Tam da bu noktaya hep beraber yüklenelim diye diyorum.Sadece kendimiz için değil. Sevdiklerimiz. Çocuklarımız. Komşularımız. Hapisteki dostlarımız. İş arkadaşlarımız için. Bu insanı un ufak etmeye yeminli sisteme tek başına enfarktüs geçirtmeye imkân yok çünkü.
Çocuk ateşlenince arayabileceğiniz kasaplarınız olsun. Küçücük hissettiğinizde “çayı koy ocağa, geliyorum ben on dakkaya” diyeceğiniz komşularınız olsun. Gidip yanında hiçbir şey yapmadan, hiç konuşmadan saatlerce oturabileceğiniz dostlarınız olsun.
İlişkiler önemlidir.
(AA/AS)